SİYASET
25.12.2023 19:14

31 Mart ve 15 Temmuz

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
31 Mart ve 15 Temmuz

15 Temmuz 2016'da bir kalkışma meydana geldi. Bu kalkışmanın FETÖ/PDY tarafından düzenlendiği ifade edildi. Bu girişimde 251 vatandaş hayatını kaybetti ve 2196 vatandaş da yaralandı. Nihayet kısmî darbe girişimi devlet güçleri ve vatandaşların tepkisi ile engellendi.

Giriş

15 Temmuz 2016'da bir kalkışma meydana geldi. Bu kalkışmanın FETÖ/PDY tarafından düzenlendiği ifade edildi. Bu girişimde 251 vatandaş hayatını kaybetti ve 2196 vatandaş da yaralandı. Nihayet kısmî darbe girişimi devlet güçleri ve vatandaşların tepkisi ile engellendi.

Ancak bu girişim 20 Temmuz’da alınan kararlar ile ilgili ilgisiz yüzbinlerce memur, asker ve bürokratın hapsedilmesine, memuriyetten uzaklaştırılmasına ve mahkemelerin kararları ile ceza almalarında sebep oldu. Haksız ve gerekçesiz ihbarlarla işlerinden olanların büyük bir çoğunluğu da masumiyetleri kabul edilerek görevlerine geri döndü. Bu arada gerçek suçlular darbe öncesi ve sonrası yurt dışına kaçarak ceza almaktan kurtuldular.

Darbeyi azmettirmekle suçlanan Fetullah Gülen ise ülkede kendisini seven ve çalışmalarına iyi niyetle destek verenlerin mağduriyetleri gördüğü bildiği halde kendilerini savunmaması ve “Benim yüzümden masumlara zarar gelmesin. Beni yargılayın; ben bu ülke için yanlış bir şey yapmadım!” demesi gerekirken susmasına anlamak mümkün değildir…

Biz bu çalışmamızda 13 Nisan (31 Mart) 1909’da meydana gelen ve Selanik’ten Harekat Ordusunun gelerek duruma el koyması ve Sultan Abdulhamid’i tahttan indirerek “Divan-ı Harb-i Örfi” de pek çok masumların idam edilmesi ve İttihat Terakki’nin bozuk kısmının saltanatı ele geçirerek Bediüzzaman’ın “Tebeddül-ü Saltanat” ifadesi ile saltanatın el değiştirmesi ve arkasından TC’nin Kurulmasına ve hilafetin kaldırılarak devrimlerin yapılasına kadar geçen süreci doğuran hadiselerlerden yola çıkarak 15 Temmuz 2016 hadisesinin benzerlik ve farklılık yönü ile ele alacağız.

1. 15 Temmuz 2016 Olaylarının Seyri

15 Temmuz Günü Saat 16.16’da Kara Havacılık Komutanlığı’nda görevli bir subay MİT’e gelerek FETÖ üyesi askerler tarafından MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın alınması için kuruma saldırı olacağını ihbar etti. Fidan, Genelkurmay 2. Başkanı Org. Yaşar Güler’i telefonla arayarak bilgi verdi. Sonra 17.32’de MİT Müsteşarı Karargâha davet edildi.

19.26’da Hakan Fidan Marmaris’teki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı aradı, kendisine ulaşamayınca koruma müdürü ile görüştü problem olmadığın bilgisini aldı. 20.22’de Karargah’tan ayrıldı.

Saat 20.23’de Akıncı Jet Üs Komutanlığı’nda toplanan 33 Özel Kuvvetler görevlisi Karargah’a doğru harekete geçti. Saat 20.46’da “Darbenin gece saat 03.00’de başlayacak olması nedeniyle Karargah’tan ayrılan Genelkurmay Strateji Dairesi Başkanı Tümgeneral Mehmet Dişli, özel aracıyla geri döndü. 21.00’de Orgeneral Hulusi Akar’a darbe yapıldığını söyledi ve tepki göstermesi üzerine Dişli ekibine komutana müdahale etmeleri emrini verdi.

22.05’de Darbecilerin kontrolündeki uçaklar Ankara’da alçak uçuş yaptı. Saat 22.10’da Kuleli Askerî Lisesi Komutanlığı’ndan hareket edenler İstanbul Boğaz köprüsünü trafiğe kapattı.

Saat 22.30’da Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından tüm emniyet mensupları acil göreve çağrıldı. 22.35’de Atatürk Havalimanı’nda tanklarla gelen askerler kontrol kulesine girdiler. 23.10’da Başbakan Binali Yıldırım yaşananları “Kalkışma” olarak niteleyerek “Türk Ordusu içindeki bir grubun darbe girişiminde bulunduğunu” duyurdu.

Saat 23.37’de Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler, darbeci Cemil Turhan ve iki Özel Kuvvetler personeli tarafından elleri ve kolları bağlı vaziyette, Halil Gül’ün pilotluğunu yaptığı helikoptere bindirilerek Akıncı Üssü’ne götürüldü. Saat 23.50’de Ankara'nın dört bir yanından güçlü patlama sesleri geldi. Darbe girişimine tepki gösteren vatandaşlar sokaklara dökülmeye başladı.

Saat 00.04’de Cumhurbaşkanı ilk açıklamasını yapmaya başladı. Saat 00.15’de darbeci askerler TRT binasını basarak, haber spikeri Tijen Karaş'a “Yurtta Sulh Konseyi” adına korsan bildiri okuttu. 00.33: Akıncı Üssünden iki F-16 daha izinsiz kalktı.

Saat 01.00’de darbe girişiminde bulunan kişiler hakkında Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı'nca soruşturma başlatıldı ve gözaltı kararı alındı.

Saat 01.10: Sikorsky tipi askeri helikopter TÜRKSAT uydu istasyonunu vurdu. 01.13: Diyarbakır’dan gelen Özel Kuvvetler Grup Komutanı Tuğgeneral Semih Terzi’nin uçağı Etimesgut Havalimanı’na indi. Özel Kuvvetler'i ele geçirmeye çalışan Terzi, Astsubay Başçavuş Ömer Halisdemir tarafından başından vurularak etkisiz hale getirdi. Darbeci hainlerin silahından çıkan kurşunlarla şehit düşen Halisdemir, bu hamlesiyle darbe girişiminin kaderini de değiştirdi.

Saat 01.21: İçişleri Bakanı Efkan Ala, Genelkurmay Başkanlığı, TSK ve polisin ülkedeki darbe girişimine müdahale ettiğini açıkladı ve darbe planlayıcılarını ‘çete' olarak tanımladı. Saat 01.40: Boğaziçi Köprüsü'nü geçmeye çalışan protestocuların üzerine ateş açıldı, camilerden sela okunarak halka darbe girişimine karşı sokaklara çıkma çağrısı yapıldı.

Saat 02.21: Ankara Emniyet Müdürlüğü'nede vuran ve en az 17 polisin şehit olmasına neden olan askeri helikopter Gölbaşı'nda düşürüldü. Saat 02.25: İstanbul Taksim Meydan'nda mevzilenen bir grup asker, giderek sayıları artan protestocuları dağıtmak için havaya ateş açtı.

Saat 02.50: F-16'lar ve askeri helikopterler TBMM binasını vurmaya başladı. Meclis'in giriş kapılarının yakınlarına dört bomba atıldı. Milletvekilleri ve basın mensupları sığınağa geçti. Saat 03.00: TRT yeniden yayına döndü. TRT Genel Müdürlüğü binasını ele geçirmeye çalışan kalkışma mensubu askerler gözaltına alındı.

Saat 03.20: İstanbul'da darbecilerin kontrolündeki savaş uçakları alçak uçmaya başladı. Saat 03.30: Darbeci askerler Doğan Medya Center'ı basarak CNN Türk'ün yayınını kesti.

Saat 04.00: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, savaş uçaklarından gizlenmek için yolcu uçağıyla İstanbul'a geldi. Saat 04.07: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Atatürk Havalimanı'nda kendisini karşılayan kalabalığa “Bu bir ayaklanma, ihanet, vatana ihanet hareketidir. Bunun bedelini çok ağır ödeyecekler” dedi.

Saat 05.00: Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı darbeyi planlayanlara ve içinde bulunanlara darbeye teşebbüs suçundan soruşturma başlattı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da darbecilerin darbe başarılı olduğunda kullanacakları sıkıyönetim planından harekete geçerek birçok kişi hakkında yakalama kararı çıkarttı.

Saat 06.26: Cumhurbaşkanlığı Külliyesi çevresinden dumanlar yükseldi. Saat 06.42: Boğaz Köprüsü'nde barikat kuran darbeci askerler teslim oldu. Saat 11.01: Genelkurmay Başkanı Vekili Orgeneral Ümit Dündar, “Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Bakanlarımız ve TBMM, TSK ile tam bir dayanışma içinde demokrasinin ve hukukun yanında yer alarak bu darbe girişimini önlemiştir” şeklinde bir açıklama yaptı.

Böylece darbe önlenmiş oldu. Ama darbe bahane edilerek 20 Temmuz’da alınan kararlar ile ilgili ilgisiz yüzbinlerce memur, asker ve bürokratın hapsedilmesine, memuriyetten uzaklaştırılmasına ve mahkemelerin kararları ile ceza almalarında sebep oldu. Haksız ve gerekçesiz ihbarlarla işlerinden olanların büyük bir çoğunluğu da masumiyetleri kabul edilerek görevlerine geri döndü. Bu arada gerçek suçlular darbe öncesi ve sonrası yurt dışına kaçarak ceza almaktan kurtuldular.

İşte 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin serencamı budur.

2. 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) Olaylarının Seyri

Rûmî takvimle 31 Mart 1325’te (13 Nisan 1909) vuku bulduğu için bu adla anılan hadise İttihat ve Terakkî Fırkası’nın hâkimiyetine karşı bir tepki olarak başlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilânından sonra en güçlü siyasî teşkilât haline gelen ve siyasal sorumluluk üstlenmemek için 22 Temmuz 1908’de kurulan Said Paşa hükümetine katılmayan İttihat ve Terakkî Fırkası’nın hükümet işlerine sık sık müdahalede bulunması, bütün vaadlerinin aksine kendilerinden olmayanlara yönelik baskıcı tutumu siyasî istikrarsızlığa yol açtı. 4 Ağustos 1908’de bir nâzır tayini meselesinde çıkan anlaşmazlık üzerine Said Paşa kabinesi istifa etti ve yerine 5 Ağustos 1908’de Kâmil Paşa sadrazam oldu.

Bu durum aynı zamanda İttihat ve Terakkî’ye muhalefeti de belirginleştirdi. Muhalefeti başlıca, 14 Eylül’de kurulan Ahrar Fırkası’nda toplanan Prens Sabahaddin Bey çevresiyle İttihatçılar’ın uygulamalarını dinden sapma olarak niteleyen muhafazakâr kesimler oluşturuyordu.

5 Ekim’de Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirmesi ve Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, 6 Ekim’de de Girit’in Yunanistan’a katıldığını ilân etmesi gibi gelişmeler ve merkezdeki siyasî istikrarsızlık, muhalefetin özellikle basın yoluyla şiddetini arttırmasına sebep olduğu gibi İttihatçılar’ın itibarını da zedelemiş, meşrutiyetin hemen akabindeki coşku yerini derin bir hayal kırıklığına bırakmıştı.

1908’den sonra yaşanan kısa süreli hürriyet havası sona ermiş, baskıların artması ve İttihatçılar’a karşı olduğu bilinen bazı kişilerin fâili meçhul cinayetlerle öldürülmeye başlanması ortalığı daha da gerginleştirmişti. Bu gelişmeler karşısında kendilerini güvende hissetmeyen İttihatçılar, Üçüncü Ordu’ya bağlı avcı taburlarını meşrutiyetin muhafazası ve İstanbul’un güvenliği gerekçesiyle 19 Ekim’de Selânik’ten İstanbul’a getirttiler. 17 Aralık’ta toplanan mecliste İttihatçılar üstünlüğü elde etti. Daha çok Ahrar Fırkası yanlıları ile birlikte hareket eden Kâmil Paşa hükümeti İttihatçılar’ın baskıları sonucunda bir gensoru ile düşürüldü. Onun yerine 14 Şubat 1909’da İttihat ve Terakkî’ye yakın Hüseyin Hilmi Paşa sadrazam oldu.

7 Nisan’da İttihatçılar’a sert eleştiriler yönelten Serbestî gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü’nde fâili meçhul bir cinayete kurban gitmesi tansiyonu bir anda yükseltti. Hasan Fehmi’nin ertesi gün yapılan cenaze töreni İttihatçılar’a karşı olan büyük kitlelerin katıldığı tam bir tepki gösterisine dönüştü.

Bu olaydan birkaç gün sonra İttihatçılar’ın ve meşrutiyet aleyhtarı söylemlerin yoğun propagandası altında kalan 4. Avcı Taburu’na bağlı askerler 12-13 Nisan gecesi (31 Mart 1325) şeriat talebiyle ayaklanarak subaylarını hapsettiler. İstanbul’da bulunan 5, 6 ve 7. Nizâmiye askerleriyle Beyoğlu Topçu alayındaki askerleri de yanlarına alarak Ayasofya Meydanı’na geldiler ve Meclis-i Meb‘ûsan önünde toplandılar. Ellerinde beyaz, yeşil ve kırmızı bayraklar bulunan 3-4000 civarındaki isyancılara başta Volkan gazetesi sahibi Derviş Vahdetî olmak üzere on gün kadar önce kurulduğu ilân edilen “İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti” üyeleriyle Beyazıt ve Fâtih medreselerinin bazı talebeleri de katıldı. İsyancılara direnen ya da yaptıklarının yanlış olduğunu söyleyen asker ve ilmiye mensubu bazı kişiler öldürüldü.

İstanbul’daki şiddetin yanı sıra eyaletlerde ve özellikle Balkanlar’da büyük bir kargaşaya sebep olan 31 Mart olayları on bir gün sürdü. İşgal edilen Meclis-i Meb‘ûsan’da ifade edildiği üzere isyancıların başlıca talepleri hükümetin istifası, Kâmil Paşa’nın sadârete, İsmâil Kemal’in Meclis-i Meb‘ûsan reisliğine getirilmesi, İttihatçı subayların değiştirilmesi ve ordudan tasfiye edilen alaylı subayların geri dönmesi, İttihat ve Terakkî’nin ilgası, şeriat hükümlerinin tamamen uygulanması ve hadiselere katılanlar için af ilân edilmesi gibi hususlardı. Meclisin karar alacak çoğunluğu bulunmadığı halde isyancıların silâh tehdidi altında bu taleplerin kabul edildiğine dair Mebusan Beyannâmesi ilân edildi. Bir telgrafla saraya bildirilen karar padişah tarafından onaylandı.

Sadrazam aynı gün öğleden sonra istifa etti. Bu arada bilgi vermek için saraya gitmekte olan Adliye Nâzırı Nâzım Bey muhtemelen yanlışlıkla öldürüldü. İsyancılar tarafından sayıları 100’e varan öldürülenler arasında Lazkiye mebusu Emîr Arslan ve Âsâr-ı Tevfik zırhlısı kumandanı binbaşı Ali Kabûlî Bey de bulunuyordu. Yıldız Sarayı’nı bombalamak planıyla itham edilen Ali Kabûlî Bey, Yıldız Sarayı’nda II. Abdülhamid’in gözleri önünde katledildi. İsyanın ikinci gününde Hariciye Nâzırı Ahmed Tevfik Paşa sadrazam oldu. Ahrar Fırkası mensupları isyanın meşrutiyet karşıtı ve Abdülhamid yanlısı bir görünüm kazanmaması için çalıştılar. “Cem‘iyyet-i İlmiyye-i İslâmiyye” adı altında birleşen ulemâ ise isyanı desteklemediğini ilân etti.

İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin ileri gelenleri saklandı veya İstanbul’dan uzaklaştı; ancak eyaletlerde ve özellikle Makedonya’da duruma hâkim vaziyetteydiler. Meşrutiyetin korunması için hemen asker toplayıp İstanbul’a yürünmesi kararlaştırıldı. İkinci ve Üçüncü Ordu’nun askerlerinden oluşan ve adına “Hareket Ordusu” denilen öncü birlikler 19 Nisan’da trenle Yeşilköy’e geldi. Hareket Ordusu kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa ertesi gün Hadımköy’e, 22 Nisan’da da kumandayı devralacak olan Mahmud Şevket Paşa Yeşilköy’e ulaştı. Bunun üzerine Meclis-i Meb‘ûsan 22 Nisan’da Yeşilköy’e gelerek toplantı yaptı. 24 Nisan’da Hareket Ordusu şehrin hâkimiyetini tamamen ele geçirdi. Maçka Kışlası’na sığınmış olan bazı isyancıların kısa süreli karşı koyması ve yer yer vuku bulan çatışmalar dışında ciddi bir direniş olmadı. Buna rağmen birkaç yüz kişi öldürüldü. İttihatçılar tekrar İstanbul’a döndüler. Ardından oluşturulan örfî idare mahkemesi Derviş Vahdetî dahil pek çok kişiyi meydanlarda kurulan darağaçlarında idam ettirdi.

Olaylardan padişahı da sorumlu tutan meclis 27 Nisan’da II. Abdülhamid’i tahttan indirdi ve Mehmed Reşad’ı tahta geçirdi. II. Abdülhamid hadisede dahlinin bulunup bulunmadığının araştırılması için tahkikat talebinde bulunduysa da kabul edilmedi. Bu hususla ilgili olarak Said Paşa’nın, “Temize çıkarsa halimiz nice olur” dediği kaydedilir.

3. Ayaklanmanın Sebepleri

Olaylar hakkında gerek bizzat görgü tanıklarının yazıları ve hâtıratları gerekse dönemin diğer kaynakları değerlendirildiğinde ayaklanmaya pek çok sebebin yol açmış olduğu ortaya çıkar. Genel olarak bunlar orduda baş gösteren aşırı siyasallaşma, subaylar arasında yaşanan alaylı-mektepli çatışması ve alaylıların tasfiye edilmesi, II. Abdülhamid döneminin kadrolarının eski imtiyaz ve itibarlarını kaybetmeleri, bürokraside geniş çaplı bir tensîkat ve tasfiyeye gidilerek İttihatçılar’ın kendi kadrolarını iş başına getirmeleri, ilmiye mensuplarının tayin ve terfilerinde imtihan usulünün gündeme getirilmesi, İttihat ve Terakkî ile Ahrar Fırkası mensuplarının iktidarı ele geçirme mücadeleleri, İttihatçılar’ın, muhaliflerine hayat hakkı tanımayan baskıcı davranışları ve suikastlar, İttihatçılar’ın kozmopolit yapıları, masonlukla suçlanmaları ve dine ve dinî geleneğe karşı tavırlarından duyulan rahatsızlıklar gibi gelişmelerdir. Ancak olayları planlayan ve isyanı başlatanların kimler olduğu sorusu henüz tam olarak açıklığa kavuşmamıştır. İngilizler’in rolünün bulunduğuna dair bazı hâtırattaki iddialara karşılık olaylar sırasında İstanbul’daki İngiliz büyükelçilik mensuplarından Londra’ya gönderilen raporlar bunu desteklememektedir.

Elmalılı Muhammed Hamdi, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Manastırlı İsmâil Hakkı, Tâhirülmevlevî, Mehmed Âkif gibi dönemin önde gelen “İslâmcı” ilim ve fikir adamları, yaşananların İslâm açısından kabul edilmesinin mümkün olmadığını ve meşrutiyetten vazgeçilemeyeceğini açıkça ilân ederken İttihat ve Terakkî mensupları bunun irticaî bir ayaklanma olduğunu söyleyerek sorumluluğu doğrudan II. Abdülhamid’e ve İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti’ne yüklediler.

Padişahın ise dikkatli hareket ettiği, isyancıları desteklememekle beraber olaylara seyirci kaldığı, Hareket Ordusu’na direniş gösterilmemesini istediği ve yaşananlardan son derece rahatsız olduğu ortadadır. Genel kanaat, İttihatçılar’ın iktidara mutlak hâkim olma ve daha önce başaramadıkları II. Abdülhamid’den kurtulma arzularının tahakkuku için böyle bir siyaset benimsedikleri şeklindedir. Olaya damgasını vuran irticaî ayaklanma nitelemesi ise zamanın gerek İttihatçı gerekse İslâmcı literatüründe istibdat devrini geri getirme arzusunun bir aracı olarak görülmüştür. Böyle olmakla beraber yakın tarihimizde 31 Mart Vak‘ası’nın irticaî veçhesi bizzat kendisinden daha önemli olarak öne çıkartılmış ve günümüze kadar devam eden birtakım siyasal, sosyal, dinî ve kültürel politikalara tarihi delil vazifesi görmüştür.

Kesin olan, İttihatçılar’ın irtica ithamıyla hem muhalefetten hem de II. Abdülhamid’den kurtuldukları ve iktidarı tamamen ele geçirmiş olduklarıdır. Böylece olayların hemen ardından çıkardıkları kanunlarla devleti bilhassa mülkî, adlî ve askerî teşkilatlanmasında yer tutan eski dönemin bütün bakiyelerinden temizlemişler ve imparatorluğun sonunu getiren vahim gelişmelerin ağır siyasî sorumluluğunu tek başlarına üstlenmişlerdir.

31 Mart Olayının Cumhuriyete Etkisi

31 Mart Olayı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde “İlericilik, gericilik ve irtica” kavramlarının konusu olmuş bir olaydır. İttihat ve Terakki Cemiyetinin bozuk kısmı hakimiyetini sağlamak için, Cumhuriyet döneminde de 31 Mart hadisesi Cumhuriyeti istibdada alet edenlerin elinde siyasi rejimlerini meşrulaştırmak ve dindarları ezmek için bir koz olarak kullanılmıştır. Bu açıdan 31 Mart hadisesine karışan aktörler ya göklere çıkarılmış veya yerin dibine batırılarak siyasi çıkar hesaplarına konu edinilmiştir.

Bu hadiseyi doğru okumak ve anlamak için o sırada İstanbul’da bulunan ve “Yirmi yıllık hürriyetin bir fedaisi olan” “Hürriyet imanın hassasıdır, Allah’ın Rahmetinin gereğidir” diyen ve din adına hürriyete sahip çıkıp Ahrarların yanında yer alarak II. Meşrutiyet ve Hürriyetin ilanında büyük rol oynayan, Hürriyeti yanlış anlayanlara gerçek hürriyetin ne olduğunu gazetelerin diliyle ders veren, asayiş ve huzurun sağlanması için bütün gayreti ile çalışan, “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” adı altıda bir araya gelenlerin bu mübarek ismi siyasete karıştırarak bu isme ve dine zarar gelmesin diye çalışan, müteaddit nutuklarla 31 Mart Hadisesine karışmaya çalışan askerleri ve cemiyet-i ulemayı hadiseye karıştırmayıp itaate getiren, hadisenin çıktığı 13-14 Nisan’da nasihatin tesir etmeyeceğini görüp olaya karışmayan ve bütün tanıdıklarına “Aman karışmayın!” diye isyan edenlere karışmaktan ve bulaşmaktan uzak tutan, buna rağmen “Divan-ı Harbe” verilerek idamı istenen; ama yaptığı müdafaa sonunda berat eden ve kendisi ile beraber onlarca değerli insanı idamdan kurtaran Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin bu hadise ile ilgili “Divan-ı Harb-i Örfi Müdafaasına” göre değerlendirmek doğru anlaşılması için, ifrat ve tefritten uzak, istikametli en doğru bir bakış açısı olacaktır.

Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin “Volkan Gazetesi” ile ve “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti” ile doğrudan bir bağlantısı yoktu. Mahkemede Derviş Vahdeti’nin kendisine sorulan sorulara verdiği cevabında da ifade ettiği gibi, hariçten bilâ-ücret gönderdiği yazıları Derviş Vahdeti gazeteye koymakta idi.

Resmî tarihin yazdığı gibi ne ihtilalciler meşrutiyete tamamen karşı idiler, ne de Selanik’ten gelen Harekât Ordusu meşrutiyeti kurtaran bir faaliyet içinde değillerdi. Nitekim İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine üye olanlar Meşrutiyet karşıtı olmadıkları gibi isyanı teşvik etmekle suçlanan Ahrarlar’ın da Meşrutiyete karşı olduğu söylenemez. Ayrıca olay içinde bulunan bir kısım İttihatçıların da olduğu inkâr edilemez. Hadise farklı sebep ve amaçlarla bir araya gelenlerin farklı isteklerini dile getirdiği, Selanik’ten gelen İttihatçı kanadın 10 gün sonra “Harekât Ordusunu” ile hadiseye el koyup kendilerine muhalif İttihatçıları da, Ahrarları da, İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti üyelerini de Sultan Abdulhamid’i de devre dışı bırakmak ve devletten tasfiye etmek için bu olayı bahane olarak kullandıkları bir gerçektir. Bu amacın gerçeklemesi için başta Derviş Vahdeti olmak üzere “Volkan Gazetesi” gibi yayın organları kullanılmıştır. Onlar da bilerek veya bilmeyerek olaylara alet olmuşlardır.

13 Nisan 1909’da ayaklanan ve “Şeriat İstiyoruz!” diyenlerin mevcut meşru hükümetten talepleri olduğu ve daha önceki askerlerin kazan kaldırma” hadiselerinde olduğu gibi bu taleplerini isyan şeklinde ifade etmek istedikleri bir kalkışmadır. 10 gün sonra gelen Harekât Ordusu ise kalkışmayı ortadan kaldırarak meşru hükümeti ve Sultan Abdulhamid’i hal ederek tam bir askerî darbe yapmış, İttihatçıların bozuk kısmı tüm muhaliflerini tasfiye ederek Bediüzzaman’ın “Tebeddül-ü Saltanat” şeklinde ifade ettiği yönetimi darbe ile el geçirmişlerdir.

31 Mart’a giden süreci başlatan hadise Kâmil Paşa hükümetinin 13 Şubat 1909’da güvensizlik oyu alması üzerine, Hilmi Paşa hükümetinin kurulması iledir. II. Meşrutiyet, Osmanlı devletinde yeni bir siyasal yapılanma getirmekten ibaret kalmamış; aynı zamanda, yeni bir zihniyet yapısı da getirmiştir. Bu zihniyet yapısı da yeni uygulamalardan memnun olmayan kesimlerin artmasına neden olmuştur. Bu açıdan olayı tek bir sebebe bağlayarak açıklamak güç olduğu gibi, doğru da değildir.

Konu üzerinde çalışma yapanların üzerinde durdukları sebepler farklı farklıdır. Ahmet Bedevi Kuran “hükümetin idaresizliği ve hürriyeti kendi görüşüne göre tahdide kalkışması” şeklinde İsmail Hami Danişmend, olayın zemininin oluşmasında en önemli payı, Volkan ve Mizan gazetelerinin kışkırtıcı rolünde bulur. Cevat Rifat Atilhan’a göre, 31 Mart Olayı, Siyonistler tarafından kendilerine Filistin’de toprak vermeyen Abdülhamid’i tahttan indirmek için yapılmıştır. Olayı yaşayan kişilerden olan Mustafa Turan yine 31 Mart Olayını tertipleyenlerin Yahudiler olduğu kanaatindedir. Derviş Vahdeti, Divan-ı Harb-i Örfi’deki savunmaları sırasında isyanın aylar öncesinden hazırlanmış planlı bir hareket olduğunu, bunu da Kâmil ve Said Paşa’ların yapmış olabileceğini söyler.

Bediüzzaman da 31 Mart Olayının çok nedenli olarak anlaşılması gerektiği görüşündedir. Ona göre, ihtilali hazırlayan huzursuzlukların kaynağı; İttihat ve Terakki’in istibdat ve baskısı, fırkaların tartışma konusu olan bakanların değişmesi, II. Abdülhamid’in tahttan düşürülmesini engellemek, askerlerin hislerine ve dini hassasiyetlerine muhalif durumları önlemek, Hasan Fehmi Beyin katillerini bulmak, kadro haricine çıkanları mağdur etmemek ve Meşrutiyetin ilanından sonra hürriyet adına asayişi ihlal eden ve ahlaksızlığı yaygınlaştıran tavırlara engel olmak gibi durumlardır. (Bediüzzaman Said-i Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, İstanbul, 1993, s. 44.)

Tabii olarak bu huzursuzlukların/taleplerin makes bulduğu yerler gazetelerdi. Bunların içinde de en dikkat çekenleri Volkan, Mizan ve Serbesti gibi gazetelerdi. Ancak, Volkan gazetesi İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin yayın organı olduğu için bu gazetenin muhalefet gücü daha fazladır. Adı geçen gazetelerde siyasi muhalefet yapılmakla beraber, Meşrutiyet yanlısı olmaları dikkate değerdir. Mesela, 11 Aralık 1908’de yayınlanmaya başlayan Volkan gazetesi, Kanun-i Esasi’den, evrensel barıştan, ilmi çalışmalardan yana bir gazeteydi. Siyasette İttihat ve Terakki’ye muhalifti. İttihat ve Terakki’in ileri gelenlerinden Ahmet Rıza ve İttihat ve Terakki’nin sivil ileri gelenlerini eleştiriyordu. Bunun yanında, Prens Sabahattin Bey’i ve Kâmil Paşa’yı da destekliyordu. Gazete siyasi olarak 3 Nisan 1909’da Ayosofya’da okutulan bir mevlütle kurulan İttihad-ı Muhammedî Cemiyetini destekliyordu. Bu arada İttihat ve Terakki’nin İstanbul teşkilatı baskı politikalarıyla toplumun belli bir kesimini rahatsız ediyordu. İttihat ve Terakki’ye muhalefet etmek yasaklanıyor, susmayan ya da tehdide kulak asmayanlar da öldürülüyordu. Nitekim, Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi de bunlardan birisiydi. (Ahmet Bedevi Kuran, İnkılap Tarihimiz ve ‘Jön Türkler’, Tan Matbaası, İstanbul-1945, s. 253.)

31 Mart Olayının ortamını hazırlayan diğer bir etken de ordudaki huzursuzluktur. Hürriyetin ilanı ile birlikte orduya hâkim olan Harbiye Mektebi mezunu subayların kurmağa çalıştıkları yeni düzenden ileri geliyordu. Harbiyeli subayların, Harbiye mezunu olmayan, alaylı denilen subayların ordudaki sayı ve rollerini azaltmak için teşebbüse geçmeleri alaylı zabitleri rahatsız etti. Zaten işten çıkarılarak sokaklara terkedilen insanlar, isyanın başlamasında en önemli rolü oynamışlardır. I. Ordudan kadro dışına çıkarılan 1400 alaylı zabit, problemlerini açığa vurmak için bekledikleri zemini sokak gösterilerinde, miting ve yürüyüşlerde bulmuşlardır.

İstanbul’da asayişin bozulması, can güvenliğinin kalmaması, dükkânların talan edilmesi gibi sıkıntılı vaziyete rağmen, bazı fedakârlar Meşrutiyetin müdafaa ve muhafazası için elden geldiği kadar çalışmışlar ve hatta neşriyat yapmışlardır. Bediüzzaman Said Nursî de bunlardan birisidir. Bediüzzaman, bu dönemde, huzursuzlukları gidermek, askerlerin zabitlerine karşı itaatini sağlamak için yazılar yazıyor, onlara hitaben konuşmalar yapıyordu. Bayezit’te talebenin mitinglerinde, Ayasofya mevlidinde ve Ferah tiyatrosunda heyecanı teskin edici konuşmalar yapmıştır. (Kuran, İttihad ve Terakki, s. 253; Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, s. 26.)

Ahmet Bedevi Kuran’a göre, isyanı önlemeye çalışanlardan birisi de Prens Sabahaddin’dir. Sabahaddin Bey bir beyanname yayınlayarak askerlerin taşkınlıklarını önlemeye çalışmıştır. (Kuran, İttihad ve Terakki, s. 253.) Bundan başka Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye’nin bu bağlamdaki rolünü unutmamak gerekir. (Sadık Albayrak, 31 Mart Gerici Bir Hareket mi? Bilim-Araştırma Yayınları, İstanbul-1987, s. 36.) Gazeteler ve çeşitli derneklerde Meşrutiyeti koruma noktasında kararlar almışlardır. Mizancı Murat, Serbesti sahibi Mevlanzade Rifat, Sabah gazetesi namına Ali Kemal beylerle Volkan gazetesi sahibi Derviş Vahdeti ve bazıları da Beyoğlu’nda Kroker otelinde toplanarak asilere karşı takip olunacak hatt-ı hareket hakkında mühim kararlar almışlar ve Meşrutiyetin tehlikeye düşmemesi esasları üzerinde mutabakat sağlamışlardı. Hatta Cemiyet-i İslamiye-i İlmiyenin beyannamesi üzerine, Ermeni Taşnaksuyon Cemiyeti de bir beyanname neşrederek bütün fırka ve cemiyetleri ittihada çağırmıştı. Bunun üzerine Tokatlıyan’da toplanan; Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı Fırkası, Ermeni Taşnaksuyon, Rum Cemiyet-i Siyasiyesi, Fırka-ı İbad Demokrat, Arnavut Başkım Kulübü, Kürt Teavün Kulübü, Çerkes Teavün Kulübü, Bulgar Kulübü, Mülkiye Mezunları Kulübü, Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye gibi kulüp ve cemiyetler ile Osmanlı gazeteleri mümessilleri tarafından (17.04. 1909) aşağıdaki esaslar karar altına alınmıştır:

1. Evvela, idare-i meşrutanın bekasını müdafaaya çalışan olmak.

2. Saniyen, gazetelerin neşriyatını bu emele göre tevhid eylemek.

3. Salisen, Meclis-i Mebusan’ın hiçbir taraftan tehdidine meydan bırakmamak.

4. Rabian, bu maksadı temin için yukarıda isimleri geçen “Heyet-i Müttefika-i Osmaniye” arasından muhtelit bir encümen teşkil eylemek.

Burada görüldüğü gibi bütün topluluklar memleketin istikrarı ve Meşrutiyetin muhafazasında birleşiyorlardı.” (Kuran, İttihad ve Terakki, s. 255.)

Bu hareketli fikir ve eylem ortamının şiddete dönüşmesi, 6 Nisan’da İttihat ve Terakki’nin muhalifi Serbestî (Hürriyet) gazetesinin başyazarı Hasan Fehmi’nin Galata köprüsünden geçerken öldürülmesi ile başladı. İkdam gazetesine göre, katilin Hasan Fehmi’yi öldürürken gazetenin sahibi Mevlanzade Rifat’ı kastererek, “Mevlanâ!” diye bağırmış olması ve subay kıyafetinde bulunması kamuoyu tarafından cinayetin İttihat ve Terakki’nin siyasi cinayetlerinden olarak algılamasına neden olmuştur. (İkdam, 8 Nisan 1909.) 8 Nisan’daki cenazesinde 30-40 bin kişi vardı. Toplumun bütün kesimleri yer almıştı. Ulema, resmi görevliler, İlmiye öğrencileri… herkes oradaydı. (İkdam, 9 Nisan 1909.) “Basın hürriyeti şehidi” şeklinde tanımladığı Hasan Fehmi’nin ölümü olayıyla ilgili olarak; padişahı, hükümeti ve Meclis-i Mebusan’ı suçluyor, ayrıca, cenazeye katılanlara teşekkür ediyordu. (Serbesti, 10 Nisan 1909/28 Mart 1325.)

İsyanın On Günü

Birinci Gün: “İtaat muhtel, nasihat tesirsiz.” (13 Nisan 1909/31Mart 1325/22 Ra 1327.)

İsyan, 12 Nisan Pazartesi’yi 13 Nisan Salı’ya bağlayan gece yarısında Taşkışla’da bulunan 4. Avcı taburunun askerlerinin ayaklanmasıyla başladı. Bu askerler subaylarını bağladıktan sonra kışlalarından silahlı olarak çıkıp, Sultanahmet’e gelerek Meclis-i Mebusan’ı kuşattılar. Ayrıca başka kışlalara da giderek oradaki askerleri de isyana teşvik ettiler. Bunun üzerine sabah olunca Kılıç Ali, Taşkışla askerleri ve Beyoğlu Numune Topçu Alayları ve Yıldız’daki 5. 6. ve 7. Alayların askerleri Sultanahmet’te toplanmış bulunuyorlardı. Bu kalabalığın önderi konumunda olan, Arnavut Hamdi Çavuş, Bölük Emini Mehmet ve Kamacı Ustası Arif isimlerinde üç askerdi. (İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul-1972, s. 4:372.)

Aynı gün öğle saatlerinde, kalabalık bir küme halinde ve askerlerle birlikte ulema Divanyolu’ndan geliyordu. Kafileye yolda rastlayan birçok ilmiye öğrencisi de katılmıştı. Askerler selam dururken ulema da tekbir getirerek alana girdi. Volkan yazarı Lutfi’nin deyimiyle, “Mebusan dairesinin önü bembeyaz kesildi. Herkeste hissiyat-ı diniye galeyana geldi.” (Lutfi, Dünkü Hal, Volkan, 14 Nisan 1909.)

İsyan eden askerler, “Harbiye Nazırını ve Birinci Ordu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa’yı istemeyiz!” (Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlanı ve Otuzbir Mart Hadisesi, Ankara, 1991, s. 52.) diye bağırıyorlardı. Eski Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın yeniden göreve getirilmesi isteniyordu. (İkdam, 5 Nisan 1909.)

Bu sırada Meclis-i Mebusan’a gelen Başyaver Ali Cevat, askerleri teskin etmek için bir konuşma yaptıktan sonra isteklerinin kabul edildiğini, Harbiye Nazırlığına Yunan Savaşı komutanı Gazi Ethem Paşa’nın atandığını bildirdi. Asker bu olaya karşı sevincini alkışlarla bildirdi. Ethem Paşa askerin istediği değilse de itiraz edeceği bir kişi de değildi. Kabine, Şeyhülislamdan isyancıların ne istediklerini öğrendikten sonra istifaya karar verdi.

Sadrazam, Harbiye Nazırı ve Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref Bey saraya giderek kabinenin “bizzarure ve bilmecburiye” istifa eylediğini bildirdiler. Bu sırada Lazkiye mebusu Arslan Bey, Hüseyin Cahit’e benzetildiği için isyancılar tarafından öldürüldü. Ayrıca, Adliye Nazırı Nazım Paşa da öldürüldü. Yanındakilerden Bahriye Nazırı Rıza Paşa da ayağından vurularak yaralandı. Basından İkdam, Osmanlı, Volkan, Mizan ve Serbesti ayaklanmadan yana tavır koydular.

Bediüzzaman’ın İsyan Karşısında Tavrı

İstanbul’da bütün bu gelişmeler olurken, Bediüzzaman olayın mahiyetini anlamaya çalışıyordu. Bir süre dışarıdan izledi. Daha önce nedenleri içerisinde değindiğimiz gibi, çok farklı isteklerin ifade edildiğine şahit oldu. Ancak, yedi renk süratle çevrilirse yalnız beyaz göründüğü gibi, sadece “lafz-ı şeriat”ın göründüğüne şahit oldu. Bunun üzerine, isyanı nasihatla önlemek istedi; ancak, olayın boyutları çok büyük olduğu için nasihatin tesirsiz kalacağından dolayı, oradan uzaklaşarak Bakırköy’e gitti. Rastladığı tanıdıklarına da karışmamalarını tavsiye etti. İsyan bölgesinden uzaklaşmasının nedeni kendisinin ortalıkta görünmek istememesiydi. Çünkü, çevrede görünmesi halinde, isyanı desteklediği yönünde yanlış bir kanı ortaya çıkacak ve yeni iştirakler olacaktı.

Ayrıca isyana karıştığını iddia edenlere karşı; şayet isyana karışmış olsaydı, tanınmış bir kişi olmasından dolayı, kendisini gizlemesinin mümkün olmayacağını, dolayısıyla da dahlinin herkes tarafından bilineceğini söyler. Şayet isyana karışmış olsaydı, Hareket Ordusuyla mücadele edeceğini ve o yolda öleceğini ve dahlinin bedihi olacağını belirtir. (Nursî, Divan-ı Harbi Örfi, s. 32.) Bu bilgilerden net bir şekilde anlaşıldığı gibi, Bediüzzaman isyanın gidişini izlemiş, tasvip etmediği için katılmamıştır.

15 Temmuz ile 31 Mart Olaylarından Çıkış Yolu

İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, 31 Temmuz 1908 günü, yani Meşrutiyet'in ilanından bir hafta sonra, İstanbul'daki Büyükelçiye şu dikkat çekici görüşleri yazdığı da bir gerçektir: “Osmanlı gerçekten meşrutiyet kurar ve onu yaşatıp güçlendirirse, bunun sonuçları, şimdiden hiçbirimizin kestiremeyeceği ölçüde olur. Bunun Mısır'daki etkileri müthiş olur ve ta Hindistan'da dahi kendini duyurur. Şimdiye kadar Müslüman uyruklarımıza daima diyebildik ki, dinlerinin başkanı (Halife) tarafından yönetilen ülkelerde şefkatli olmayan bir istibdat vardır, oysa bizim istibdadımız şefkatlidir ve iki yönetimi karşılaştıran Müslüman uyruklarımız bunu çok kere itiraf etmişlerdir. Fakat eğer şimdi Türkiye'de meclis açılırsa, Mısır'da meşrutiyet isteği çok kuvvetlenecek ve bizim ona direnme gücümüz çok azalacaktır. Osmanlı'da iyi işleyen bir meşrutiyet varken ve orada işler iyi giderken, bizim aynı şeyi isteyerek ayaklanan Mısır halkına karşı silah kullanmamız çok büyük hata olur.” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s.54.)

Bu ifadeler Osmanlı’da ve günümüzde işleyen bir “Hürriyetçi Demokrasi” ve adil seçimle teşekkül eden temsilde adaletin gerçekleştiği bir parlamenter sistemin toplumun tüm kesimlerini kucaklayacağı, barış ve istikrarı, kalkınma ve refahı, güvenlik ve asayişi sağlayacağı için düşmanların istemediği bir durumdur. Bunun için içerdeki hainler ile dışardaki düşmanların el ele vererek yapacakları şey “Hürriyetçi Demokrasiyi” ortadan kaldırmak ve “işlemeyen bir parlamenter sistem” oluşturmaktır. 31 Mart’ta bu yapılmıştır. Dış düşmanlar içerideki unsurları kullanarak bunu başarmışlardır.

Aynı şekilde bu ülkede yapılan ihtilallerin ve 15 Temmuz’un da arkasında bu vardır. Bu sebeple Bediüzzaman “Müspet İman hizmetini” ve bu hizmetin olmazsa olmazı “imanın hassası” ve şartı olan “Hürriyetçi Demokrasiyi” tahrip eden tüm faaliyetlerin, eylemlerin ve hareketlerin bu ülkeye zarar verdiğini, asayişi bozup istibdada vasıta ve sebep olduğunu ifade eder. Bütün kuvveti ile asayiş, emniyet ve hürriyeti savunur. İstibdat ne şekilde gelirse gelsin meşrutiyet/cumhuriyet/demokrasi ve şeriat adını alsın rast gelse sille vuracağını ifade eder.

Bediüzzaman bunu yaparken devleti ve hükümeti hedef almadığı gibi, bu kargaşada mağdur olanların yanında da yer almaz. Sadece fikir ve proje çerçevesinde hareket eder. Her iki tarafa da çıkış yolu, istikameti Kur’an ve Sünnet prensipleri çerçevesinde gösterir. Zira tüm insanlığın tüm hastalıklarına çare ve deva ancak Kur’an’da ve Peygamberimizin (asm) sünnetinde, Hulefa-i Raşidin’in uygulamalarında ve Selef-i Salihin’in takip ettiği metotta vardır.

Risale-i Nur Talebeleri de Üstatlarından aldıkları bu ders çerçevesinde hakikatleri müdafaa eder, istibdada karşı hürriyeti savunur, çıkış yolu gösterir ne zalimin ve ne de zulme sebep gösterilen mağdur denileni kitlenin yanında yer almaz. Üçüncü istikametli yolu gösterir. Zira istikamet ifrat ve tefritten kaynaklanır. Zalim zulmeder, ama onun zulmüne mazlumun yanlışları sebep olur. Mazlum bu yanlışında ısrar ederse kaderin tokadını yer. Bu sebeple Bediüzzaman “Hâkim zulmeder ama kader adalet eder” der. Yanlışta ısrar edenleri savunmaz, “Zarara rızası ile girene acınmaz, layık değildir” der.

Nur Talebeleri Bediüzzaman’ın bu prensip ve ölçüleri çerçevesinde hareket ederlerse herkesin saygı ve hürmetini kazanır, sözü dinlenir ve fikirlerine itibar edilir. Bu ülke de bu sıkıntılardan ancak bu şekilde kurtulur.  

İstikametli Müspet Hareket Metodu ve Bediüzzaman

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri 5 Ocak 1960’da Ankara Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas Oteline önde gelen 15 talebesini davet ederek onlara son dersini verir. Derse başlamadan önce “kardeşlerim! Benim sizlerin ihlasınızdan ve sadakatinizden asla şüphem yoktur; ancak ehl-i dalalet sizi aldatır; sizler aldanabilirsiniz. Aldanmamanız için bu dersi veriyorum!” der.

Bu ders Emirdağ Lahikasının sonunda yer aldığı gibi Tarihçe-i Hayat’ta ve Hizmet Rehberinde de yer almaktadır. Bediüzzaman burada beş önemli mesele üzerinde durur. “Müspet iman hizmeti, manevi cihad, bu asırdaki enaniyet hastalığı ve demokratları ehven-i şer olarak desteklemek bir de dinin meselelerinden asla taviz vermemek.” (Emirdağ Lahikası, 871.)

Üstad Bediüzzaman şöyle devam etti:

“Aziz kardeşlerim, bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-i İlâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz…

Dahilde cihad manevidir. Dâhildeki hareket, müsbet bir şekilde manevi tahribata karşı manevi, ihlâs sırrıyla hareket etmektir” şeklinde özetleyen Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bunun açılımı olarak; anarşi, terör, ırkçılık, her türlü menfî cereyanlar ve menfaat üzerine dönen siyasetten kaçınmak; bunlara karşı ise, müsbet iman hizmetiyle hakikati hiçbir şeye feda etmeden mücahede etmek, asayişi muhafazaya çalışmak; siyasette ise, “terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmemek” Demokratlara nokta-i istinat olup, “ehvenüşşer deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmeyip, daima müsbet hareket ederek, Demokratlara zarar dokundurmayıp, fayda dokundurmak” ve âlem-i İslâm’ın dostluğunu kazanmak, Kur’ân’ın bu zamandaki bir manevi mu’cizesi olan Risale-i Nur’la bütün insanlığa ulaşmak ve sulh-u umumiyi temin etmek şeklinde ders vermektedir.

Bediüzzaman ülke dahilinde hiçbir menfi, yıkıcı ve kırıcı cereyana izin vermez. Zira her nevi müspet ve faydalı hizmet ancak hürriyet ve asayiş içinde yapılabilir. “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir’ deyip ihlâs ile hareket etmek.”

En önemlisi, Deccalizm ve Süfyanizmin tuzağına düşmemek. Risale-i Nur’un neşrine ciddi yardımcı olan Demokratların dine taraftarlığına inanmak ve onlara yardımcı olmak, Demokratlara nokta-i istinat olmaktır.

Bediüzzaman 31 Mart hadiselerinde yatıştırıcı rol oynamış ne ihtilalcilere ne onları bastırmak isteyen harekât ordusuna ve ne de İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine sahip çıkmamış, asayişi korumaya çalışmış, “nasihatin muhtel” olduğunu görünce bir kenara çekilmiş ve rast geldiklerine de “karışmayın!” demiştir. Dinin siyasete alet edilmesine karşı çıkmıştır. Daima hürriyet ve asayiş taraftarı olmuştur.

Daha sonra ne Şeyh Said’in isyan hareketine destek vermiş, ne de Mustafa Kemal’in hilafeti kaldırmasına ve tarikatları ve tekkeleri kapatmasına karşı çıkmış, ancak zamanı okumuş, şartların değiştiğini görmüş ve “Zaman tarikat zamanı değil” “Zaman cemaat zamanıdır” bu sebeple “Şahsî halife ancak meşveret ve şuaraya, milletin kalbi hükmünde olan Millet Meclisine dayanmakla hizmet edebilir” demiştir. Yeni dönemde “İman ve Kur’an hizmeti nasıl yapılması gerekiyorsa öyle yapılmasının yollarını göstermiştir. Tarikat yerine “sahabe mesleğini” göstermiştir. Hürriyet ve asayişin korunmasına çalışmış, bunu sağlayacak olan Demokratlara destek olmuş, talebelerine de siyasi olarak siyasete girmeden demokratları destekleme ve nokta-i istinat olma misyonunu yüklemiştir. Zira müspet ve muktesit siyaset mesleği budur.

Nur Talebeleri buna binaen 15 Temmuz 2016 hadisesine de aynı şekilde bakmalı ve ne yanında olmalı ve ne de o hadiseyi meydana getirenlerin ve bastıranların yanında olmadan, olaylara karışmadan, cemaati de karıştırmadan asayiş ve hürriyetin devamı için müspet iman hizmetini yapmaya devam etmektedirler. Böyle olmaları da Bediüzzaman’ın son derste verdiği görevin gereğidir.

Zira, hürriyet ve asayişin olmadığı ve demokratların iktidar olmadığı bir yerde istibdad vardır. İstibdadın olduğu yerde iman hizmeti de ibadet de, ahlak ve hukuk da olmaz. Zira istibdadın zulmü insanları ahlaksızlığa, riyakarlığa, hukuksuzluğa zorlar. Bütün bu hastalıkların kaynağı istibdaddır. Bediüzzaman “Münazarat’ta “Divan-ı Harb-i Örfinde” “Sünuhat’ta, ve “Emirdağ Lahikalarında” bu dersi verir.

Bu sebeple 15 Temmuz’da ne buna sebep olanların ne de kalkışmayı bastıranların yanında yer almaz. Hiçbir alayiş ve nümayişe katılmaz. Zira bu gibi kalkışmalar provokatörlerin ve dış düşmanların parmak karıştırmalarından hali olmaz ve dahil olanlar onların oyunlarına alet olup hariç hesabına “alet-i lâ-yeş’ur” olurlar.

Bediüzzaman son dersinde der ki: “Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müspet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibariyle, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz. Risale-i Nur'un neşri her tarafta kanaat-ı tamme verdi ki, Demokratlar dine taraftardırlar.” (Emirdağ Lahikası, 873-874.)

Düşman Kavramının Değişmesi

Bediüzzaman “Hutbe-i Şamiye” isimli eserinde “İki Cihan Harbi”nin düşmanlığın ne kadar fena olduğunu ve savaşların ne kadar insanlığa zarar verici olduğunu ispat ettiğini ifade eder. Düşman kavramı değişmiştir. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 23.) diyerek günümüzün temel problemlerini tespit etmiştir.

31 Mart 1909 tarihinde “Reddü’l-Evham” başlıklı gazete yazısındaki ifadelerinde ise tespitini biraz daha detaylandırmıştır: “Asıl bizi bu kadar düşürüp i’lâ-yı kelimetullaha mâni olan ve cehalet neticesi olan muhalefet-i şeriattır. Ve zaruret ve onun semeresi olan su-i ahlâk ve harekettir ve ihtilâf ve onun mahsulü olan ağraz ve nifaktır ki, ittihadımız bu üç insafsız düşmana hücumdur.” (ESDE, Makâlât, s. 60-61.)

Bediüzzaman son mektubunda, günümüzün çok ehemmiyetli, fakat temel bir problem olarak görülmeyen bir meselesine daha dikkat çekmiştir, şöyle ki: “Bu zamanın bir hastalığı daha var; o da benlik, enaniyet, hodfuruşluk, hayatını güzelce medeniyet fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır.” (Emirdağ Lahikası, 875.)

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Nefsinin hevasını kendisine ilâh edineni gördün mü?” (Furkan, 25:43.) ayeti ile bu hastalığı bize haber verir. Bediüzzaman, “insanlar hür oldular, ama yine abdullahtırlar” (Hutbe-i Şamiye, s. 93.) ve “iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet…” (Münazarat, s. 59.) buyurarak gerçek hürriyetin iman ve ubudiyet dairesinde olduğuna dikkat çekmiştir. Allah’a hakiki abd olan biri, kimsenin kibrine, enaniyetine ve baskısına boyun eğmediği gibi; başkasının hukukunu ve izzetini zedeleyici işlerden de uzak duracaktır.

Benlik, enaniyet, şöhret, makam sevgisi gibi manevi hastalıklar ancak ihlâs, ibadet ve ubudiyetle terbiye edilerek doğru mecraya sevk edilebilir. Bu terbiyeden uzak biri küçük bir menfaati için şeytan gibi şahısların ayağını öpmek derecesinde bir zilleti kabullenir. Bu durum aslında çok çelişkili bir durumdur. Kendisi benlik ve enaniyet sahibiyken, cüz’i menfaatlere köle olmak gibi aşağı bir mertebeye insanı sukut ettirir ve “firavun-u zelil” olur. Kur’an talebesi ise “abd-i aziz”dir. Yalnızca Allah’ın kulu ve kölesidir. O’nun haricinde kimseye eğilmez; izzetinden taviz vermez. (Sözler, 12. Söz, s.122; Mesnevi-i Nuriye, s. 131.)

Sonuçta günümüzün temel problemlerini dört kelimeyle özetlemek mümkündür: “Cehalet, Zaruret, İhtilaf ve Enaniyet.” Bu hastalıkların kökünde ise insanın dört temel zafiyeti dikkati çekmektedir: “Cerbeze/Gabavet, Tehevvür/Cebanet, Fücur/Humud, Benlik/Enaniyet. Bunların istikameti ise akılda hikmeti, öfkede, şecaati, şehvette iffeti esas alıp istikameti koruyarak aciz, fakir bir abd olduğunu bilip Allah’a itaat ve ibadetle halis bir memur ve asker olmaktır.

Kur’an’ın dört temel esası ise, günümüzün temel problemlerinin ve insanın dört temel zafiyetinin en tesirli tedavi çareleridir. Bu esaslar da “Tevhid, Haşir, Nübüvvet, Adalet ve İbadettir. “Hulukü’l Kur’an” olan Resul-i Ekremin (asm) “Sünnet-i Seniyyesi” bu manada kendisine uylacak model şahsiyettir. Kuvvelerini “sırat-ı müstakim” olan şecaat, iffet ve hikmetin en zirve seviyesine ulaştıran yegâne insandır. Resul-i Ekrem’in (asm) son asırdaki temsilcisi ise, hayatıyla, cihadıyla, ibadet ve tefekkürüyle şecaat, iffet, hikmet timsali olduğunu ispat eden Bediüzzaman Said Nursi’dir. (ra)

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol