SİYASET
20.9.2023 23:12

Adalet ve Kalkınma Partisi

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Adalet ve Kalkınma Partisi

16 Ocak 1998’de Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla “Millî Görüş” geleneğinden gelen siyasiler Abdullah Gül liderliğindeki Yenilikçiler, Gelenekçiler ile Fazilet Partisi kongresinde başkanlık yarışına girdiler. Yarışı kaybedince yenilikçiler AKP adında bir parti kurdular.

16 Ocak 1998’de Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla “Millî Görüş” geleneğinden gelen siyasiler “Fazilet Partisi” altında tekrar birleşti. Ancak değişmeyen politikalar ve değişmeyen yaşlı lider kadro sebebiyle partinin halk tabanında karşılık bulamadığını düşünen Abdullah Gül liderliğindeki Yenilikçiler, Gelenekçiler ile Fazilet Partisi kongresinde başkanlık yarışına girdi. 14 Mayıs 2000 tarihinde düzenlenen kongreyi küçük bir farkla kaybeden Yenilikçiler artık partide, kendi ifadelerine göre, toplum tabanlı bir siyaset yapılamayacağını düşünmeye başladılar.

Bu ortam içinde “Fazilet Partisi” de “Refah Partisi” ile aynı akıbete uğrayarak 22 Haziran 2001’de kapatıldı. Hapisten çıkan eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da aralarına katılması ile Yenilikçiler hemen yeni bir parti çalışmalarına başladı. 14 Ağustos 2001 tarihinde kurulan partinin kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım ve Bülent Arınç gibi isimler yer aldı.

15 aylık bir parti olarak 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde yüzde 34,63’le en yüksek oy oranını aldı ve Abdullah Gül başkanlığında 58. Cumhuriyet Hükümeti kuruldu.  Ancak 2002’de kurulan ilk AKP kabinesi olan 58. Hükümette görev alan birçok isim ya partilerinden ihraç edildi ya istifa etti ya da ‘gitmek zorunda’ kaldı.

AKP, 3 Kasım 2002 seçiminde yüzde 34 oy alarak 550 sandalyeli Meclis’te 365 milletvekiliyle tek başına iktidar oldu. Bu tarih aynı zamanda bugün de devam eden baskı ve talan döneminin de başlangıcı oldu. Aynı seçimde sadece Deniz Baykal’ın CHP’si yüzde 10’luk barajı geçebilmişti. Ne tesadüftür ki DYP 9.5, MHP 8.4, Genç Parti 7.2 oy alarak parlamento dışında kaldı. Seçim öncesi gerçekleşen ve sonraları çok tartışılacak ittifak görüşmeleri de oldu. Örneğin ANAP-DYP arasında neredeyse bağlanan ittifak, nedeni anlaşılmaz şekilde bir anda bozuldu ve iki parti aynı anda baraj altında kaldı. Üçüncü bir partinin Meclis’e girme durumunda tek başına iktidar şansını yitirecek AKP bu garip ‘tesadüf’ler eşliğinde neredeyse Anayasayı değiştirebilecek Meclis çoğunluğuna ulaştı.

Sonrası malum. Seçim öncesi kurulan “Fetullah Cemaati İttifakı” iktidar imkanlarıyla birlikte aldı başını gitti.

Tabii bu arada sistemin daha iyi işlemesi için bazı çapakların temizlenmesi lazımdı. Bunlardan biri de siyasi yasağı nedeniyle milletvekili olamayan Erdoğan’ın başbakan olmasaydı. Bu konuda da devreye dönemin CHP Genel Başkanı Deniz Baykal girdi ve sorun çözüldü. Yine garip bir tesadüf olarak 7 Haziran seçimlerinde çoğunluğunu kaybedip sıkıntı yaşayan Erdoğan’ın imdadına köşke koşarak giden Baykal’dan başkası değildi.

Erdoğan, en büyük desteği 12 yıl boyunca iktidar ortaklığı yaptığı Gülen Cemaati’nden aldı. Ülkenin tepeden tırnağa, medyasından orduya, eğitimden sağlığa, iş dünyasından sendikasına kadar yeniden düzenlenmesinde Cemaat ‘esas adam’ oldu.

Cemaat dışında en önemli desteği “sol” liberallerden aldı. En pespaye ve utanmazca yaptıkları eylemlerden biri de hiç kuşkusuz 12 Eylül 2010 Referandumu’nda yaptıkları ‘Yetmez Ama Evet’ çıkışlarıydı. Bu ekibin bir bölümü saf değiştirerek Erdoğan’a biat etti. Bazıları soluğu ABD’de, ağa babalarının yanında aldı. Erdoğan’a biat etmeyenler cezaevinde. En utanmazları ise ikbalini Davutoğlu’nda, Gül’de aramaya devam ediyor. Kürt hareketinin de 17 yıldır devam eden AKP iktidarıyla ittifak denilmese bile zaman zaman yakın ilişki içerisinde olduğunu söylemek gerekiyor. Öcalan’ın İmralı notlarında bu ilişkiyi “Erdoğan’a söyleyin iki kez onu kurtardık” diye özetleyecekti.

AKP iktidarı hiç kuşku yok ki kuruluşundan itibaren ABD’den ve batıdan tam destek gördü. ABD’nin Ortadoğu politikalarını hayata geçirmede mızrak ucu görevini büyük bir iştahla üstlendi. Bu ilişki iç siyasetin kırılma anlarında da AKP’nin çok işine yaradı. Mart 2008 tarihinde yaşanan kapatma davasında da ardından başlayan ekonomik krizde de 2010 Referandumu’nda, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nde de Batı sürekli Erdoğan’ın arkasında durdu. Üstelik bu desteği Avrupa’da sosyal demokratlar ve yeşiller verirken ABD’de de demokratlar iktidardaydı.

Dışarıdan gelen siyasi ve ekonomik destek içeride AKP’nin elini çok rahatlattı. Yukarıda saydığımız kırılma anlarından çok rahat başarıyla çıkarken, İslamcı-faşist rejimin inşası sayılabilecek adımları da ‘reform’ diye yutturabildi. Görünürde hiç engel kalmamıştı. Emniyet çoktan denetime geçmişti. Ordu engeli “Ergenekon” davalarıyla aşılmıştı. Ardından “Yargıda” işi bitirdiler. “İş dünyası” çoktan yelkenleri suya indirmişti. “Muhalefet” desen dünyadaki tüm iktidarların en çok isteyeceği türden varlığını koruyordu. Unuttukları bir ek şey vardı. Halk.

AKP’nin Din İstismarı ve Tarikat Destekleri

İktidara geldiği 2002 yılında geniş kesimlerin desteğini almak ve dönemin egemenlerini tedirgin etmemek için İslamcı karakterini gizleyen AKP, aradan geçen 17 yılda gerek devleti gerekse de toplumu dizayn etti. Partinin yönetimi ele almasıyla ilmek ilmek örülen din istismarı yıldan yıla toplum açısından daha hissedilir bir nitelik kazandı.

AKP’li yılların en belirgin özelliğinden biri toplumsal tabanda tarikat-cemaat ağlarının artan etkisi oldu. Devletin “neo-liberal” dönüşümle sosyal karakterini kaybetmesinin ardından yoksul halk kesimleri üzerindeki örgütlülüklerini artıran bu yapılanmalar, iktidarın toplum tasarımına uygun bir atmosferin kritik araçlarıydı.

12 Eylül Darbesi’nden sonra, sol siyasetin etkisinin kırıldığı mahallelerde yoğunlaşan tarikat ağları, emekçi sınıfların hayat koşullarına isyan etmeyen, şükürcü ve tevekkülcü bir karaktere bürünmelerinde kilit rol oynadı. AKP döneminde meydana gelen iş kazaları ve cinayetleri, dini iklime uygun olarak “Allah’ın takdiri” olarak yorumlandı. Tarikat/cemaat yapılanmaları toplumsal alandaki etkinliklerini bürokraside kendilerine sunulan kadrolaşma imkânlarıyla pekiştirdi. Dinci örgütlerin en bilineni olan Fetullahçılar; yargı ve emniyette kritik konumlar elde ettiler. Orduda da bir askeri darbe girişiminde bulunabilecek kadar önemli mevzilere sahip oldular. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından ‘FETÖ’ olarak anılmaya başlayan bu hareket, devlette yuvalanan tek unsur değildi. Fethullahçıların yanı sıra Menzilciler, Süleymancılar ve İsmailağa Cemaati gibi dindar görünen yapılar, belli bakanlıklarda kadrolar kazandı. Büyütülen tarikatların devlet içinde kazandıkları güçle yarın ne yapacakları bilinmiyor.

AKP’nin FETÖ’yü Tasfiyesi ve Kendi Örgütünü Kurması

İktidar din eksenli örgütlenmeleri eğitim alanında da başat aktör haline getirdi. “Ensar, İlim Yayma Cemiyeti, Ensar Vakfı, Cemaat Vakıfları ve TÜGVA” gibi kurumlar yürüttükleri faaliyetlerle eğitimde ciddi bir ağrılık kazandılar. Bu yapılar, hem “Millî Eğitim Bakanlığı”yla ortak protokoller imzalayarak sınıfların içlerine kadar girdiler. Hem de düzenledikleri sosyal etkinlikler ve açtıkları yüzlerce öğrenci yurduyla ülkede eğitimi kontrol edecek güce eriştiler.

Türkiye’nin dört bir yanında dini eğitim fiilen okul öncesi eğitime, hatta kreşlere kadar indirildi. MEB Diyanet İş birliği ile okul öncesinde kreşlerde fiilen dini eğitim başladı. 463 ilçede, 4-6 yaş arası 2053 kreş görünümlü Kuran Kursu açıldı. Dindar nesil meydana getirme hedefi doğrultusunda faaliyetler yapıldı, kitaplar yazıldı ve müfredatlar uygulandı. Laboratuvarlar, kütüphaneler mescitlere dönüştürüldü. Sayısı inanılmaz derecede artan imam hatiplerde, kız çocuklarının başını örtmesi şart koşulmadı ve okulda başı açma ve örtme serbest kıyafet kapsamında karma bir durum meydana getirdi.

Türkiye’deki cami sayısı artmadı ama cami imamlarına büyük imkanlar tanındı. Kur’an Kurslarına Yatılı Okul Statüsü verilerek ödenekler artırıldı. İmamların maaşları Öğretmen maaşını geçti, camilerde ve kurslarda ek ders imkânı getirildi. Böylece imamlar iktidarın gönüllü propagandisti haline getirildi. Binlerce İmam-Hatip Ortaokulu ve Lisesi açıldı. İlahiyat Mezunlarına öğretmenlik ve Kur’ân Kursu Hocalığı kadroları açılarak iş imkânı sağlandı. Diğer fakültelerden mezun olanlar işsiz kalırken İlahiyat Mezunları yüksek maaşla devlette bu şekilde kadrolaştı. Bunların tamamı AKP’nin gönüllü destekçisi haline geldiler.

Cumhurbaşkanlığı Sistemi ve Parti Devletine Geçiş

2017 yılında cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adıyla kurumsallaşan ‘tek adam’ rejimi, bu dönüşümün zirve noktası oldu. Vatandaşlık ve yurttaşlık fikri yerine tebaa kültürünü yaygınlaştırmayı amaçlayan, iktidarını kutuplaştırma üzerine kuran ve muhalif kesimleri “dinsiz” ve “hain” olarak gören AKP zihniyeti, çağdaş demokrasinin ilkelerini hiçe sayarak tüm devleti sonsuz yetkilerle donatılmış tek adamın şahsına indirgedi.

Demokrat olduğunu söyleyerek “Millî Görüş gömleğini çıkardık, Demokrat gömleği giydik” deseler de Tayyip Erdoğan “Demokrasi de araçtır, din de araçtır” diye demokrasi ve din aracına binerek iktidara geldikten sonra bu araçlardan indiğini “Partili Cumhurbaşkanı” sıfatı ile göstermiş ve ilan etmiş oldu. Ama bu arada din adamlarını, dindar yapıları devlet imkanları ile kendi şahsına büyük bir başarı ile bağladı.

Ayrıca FAK-FUK-FON ile iaşe dağıttığı fakir halk kitlesi devletin kendilerine sağladığı bu imkânı Recep Tayyip Erdoğan’ın kendi malından verdiğine inandırdı. Valileri ve Kaymakamları fakirlere erzak dağıtan AKP elemanları haline getirdi. Yine “Dul kadınlara bağlanan maaşlar” boşanmaları artırdı aileleri perişan etti, ama kocalarına isyan eden kadınları mutlu etti. “Sakat maaşı, hasta bakıcı maaşları” ve Süleyman Demirel’in 65 yaş üstüne çıkardığı maaşı da artırarak yaşlıları bu paraların Recep Tayyip Erdoğan’ın malından verdiğine inandırdı. Muhtarlara verilen düşük maaşları da yükselten ve muhtarları örtülü ödenekten harcanan paralarla Sarayda ağırlayan ve yurt dışı seyahatlerine götüren Recep Tayyip Erdoğan muhtarları da gönüllü AKP propagandisti, köy ve mahalle AKP teşkilatı başkanı gibi çalıştırdı.

Devlet bürokrasisi, yargısı, polisi, medyası, cemaati, sol liberaline kadar herkesi arkasına alarak yürüyen iktidar halkın direncini kırmayı başaramadı. Güçlendi, her şeyi yuttu, şişti. Engellenemez, durdurulamaz, yenilmez sanıldı. Evet, AKP 21 yıldır iktidarda. Devleti ele geçirdi. Yeni bir rejim kurdu, kurmaya çalışıyor. Bu doğru. Ama en az bu kadar doğru daha var ki o da kendi istediği gibi bir toplum inşa edemedi.

AKP ve onda vücut bulan ne varsa ona itiraz eden milyonlar var. Sadece Erdoğan ve partisi AKP değil, 21 yıl içinde kurduğu her şey aşağıya doğru gidiyor. Bunun anlamak için son bir hafta da medyada yaşananlara bakmak bile yeterli. Gelecekleri yok.

Rant, Özelleştirme, İşsizlik ve Borçlanma Ekonomisi

Yarın yokmuş gibi borçlanan, aldığı borcu rant ekonomisini köpürtmekte kullanan, her şeyi özelleştiren 20 yıllık sanayisizleşme politikasında yolun sonuna gelindi. Sular çekilince kıyıya vuran balık misali, sıcak paranın çekilmesiyle rant ekonomisi krize girdi. AKP ise günahlarının bedelini 82 milyon yurttaşa ödetiyor. Zamlar ve cezaların sebebi budur.

1999 yılında Eichengreen ve Haussmann iktisat literatürüne "temel günah" olarak ün kazanan kavramı tanıttı. Peki nedir bu temel günah? Kısaca gelişmekte olan ülkelerin yabancı para cinsinden gittikçe artan oranda borçlanması olarak ifade edilebilir. Bu çerçeveden bakıldığında, 17 yıldır ekonominin dümenini elinde tutan AKP en büyük günahkâr olarak tanımlamak mümkün. Gelinen noktada, dış borcun milli gelir oranı cumhuriyet rekoru kırmış durumda. Başkasının kanatlarıyla uçan ekonomi yönetimi temel günahın sefasını yıllarca sürdü. Sadece AKP döneminde 300 milyar dolardan fazla borç kullanıldı, yaklaşık 65 milyar dolar özelleştirme geliri elde edildi. TEKEL, Türk Telekom, Tüpraş, Petkim, Şeker Fabrikaları ve dahası özelleştirildi, 17 yıllık bir istihdamsız büyüme politikası sonunda Türkiye sanayisizleşti. Bugün ise AKP'nin geçmiş günahlarının bedelini 82 milyon yurttaş öderken, hükümet günahlarıyla yüzleşmekten uzak.

Ne Kadar Cari Açık O Kadar Büyüme (2002-2008)

2003 yılında AKP hükümetinin takip edeceği yörünge adına “Acil Eylem Planı” denen programla açığa çıktı. Buna göre ekonomi Derviş’in hazırladığı güçlü bankacılık düzenlemeleri üzerine bina edilecek, bu sayede dış kaynak ihtiyacı dışarıdan gelen sıcak parayla giderilecek, eş anlı olarak kamu kaynaklarının neredeyse tümü özel sektöre devredilecekti. Aslında 1980 ile başlayan neoliberal dönüşümün son taşlarını döşeme görevi AKP’ye düştü. 2003 yılında PETKİM’in son hisseleri, ilerleyen yıllarda Türk Telekom, TÜPRAŞ, TEKEL özel sektöre peşkeş çekildi. Bankacılık kesiminin sıcak para bulma yolundaki başarısı ve tüm dünyada yaşanan parasal genişlemenin de etkisiyle spekülatif yabancı sermaye Türkiye’ye deyim yerindeyse aktı. Böylece dolar kuru yatay ve istikrarlı seyrini 10 yıl sürdürecek, bu yıllarda Türkiye ithalata bağımlı olacak, özelleştirmeler ise sanayileşmeyi yavaşlatacaktı. Türkiye tarihinde görülmeyen büyüklüklerde cari açık veriyor ancak yabancı sermayenin aktığı Türkiye için cari açık henüz ciddi bir sorun gibi görünmüyordu. Fakat, Cari açığın neredeyse tümü dış borçlara neden oluyor, dış borç buldukça büyüyen Türkiye başkasının kanatlarıyla uçuyordu. Sokakta kredi kartlarının satıldığı, konut kredilerinin 50 katına çıktığı, televizyonda tatil kredilerinin reklamlarının yapılmaya başladığı yıllardı 2000’ler. Fakat hızla büyüyen Türkiye istihdam yaratamıyor ve daha sonra sıkça anılacağı gibi “sanayisizleşiyordu”.

ABD’nin Teğet Geçirdiği Kriz (2009-2013)

Tüm dünyada finansal araçların çeşitlendiği, parasal genişlemenin tarihi günler yaşadığı yıllarda ilk finansal kriz 2008 sonunda patlak verdi. Krize karşı ABD’nin aldığı önlem daha fazla parasal genişleme oldu ve Fed dolar üzerindeki faizi 0’a indirdi. Geçici olduğu söylenen bu konjonktür AKP hükümetinin canına minnetti, zira borç ekonomisini daha fazla borçla sürdürebilmek hükümetin de işine geliyordu. Ancak tüm göstergeleri alt üst eden bir gelişme de yine 2009 yılında yaşandı. Türkiye ekonomisi 2009’da yüzde 4,7 küçülmesine rağmen cari açık vermeye devam etti. 2010 ve 2011 yılları ise ucuza borç bulmanın sarhoşluğuyla geçecekti. 2010 yılında toplam gelirinin yüzde 5,8’i 2011 yılında ise yüzde 8,9’u kadar cari açık veren Türkiye temel günahı işlemeye devam ediyordu; yerli olmayan parayla borçlanmak. Devir borçla dönen ekonomiyi “alın, verin ekonomiye can verin” sloganlarıyla hareketlendirme dönemiydi. Aynı dönemde Türkiye’nin tüm elektrik dağıtım sektörü özelleştirilecekti.

Kapalı Odaya Yanıcı Gaz Doluyor (2013-2018)

Fed’in faizleri 0’a indirmesi hükümetin kısa vadede işine gelse de iktisatçıların uyarılarına kulak tıkandı. Zira mevcut parasal genişleme FED kurmaylarının da dediği üzere geçici ve olağanüstüydü. Türkiye rüyadan 2013 Mayıs’ında uyandı. 22 Mayıs 2013’te Fed Başkanı Bernanke parasal genişlemeyi gelecek dönemde yavaşlatacağını ve faizleri peyderpey yükselteceğini açıkladı. O yıl ABD’li yatırım bankası faizlerin yükselmesinin ardından en çok risk barındıran 5 ülkeyi açıkladı. Daha sonra “kırılgan beşli” olarak anılacak bu listede 6 yıl önce Brezilya, Türkiye, Hindistan, G. Afrika ve Endonezya yer alıyordu. Liste her yıl yenilendi, kimi yeni ülkeler girdi kimisi çıktı ancak Türkiye kırılgan beşli listesinin demirbaşı oldu. Sermaye birikim rejimi inşaat rantı üzerine inşa edilen, her yıl giderek artan büyüklükte borcu döndürmeye çalışan, üretim yapısı ithalata bağımlı olan Türkiye’nin en son ihtiyacı olan şey başına geliyor faizler ve döviz kuru yükseliyordu. Türkiye’nin finansal riskleri giderek artıyor, geçmiş günahlar giderek sürdürülemez bir hale geliyordu.

Rahip Brunson Diye Bir Kıvılcım (2018)

Türkiye’nin ekonomi yönetimi de 2018 yazında yaşanan kur şokunu hafife alarak Brunson vakasına sıkıştırmaya çalıştı. Ancak 2018 yazının sonunda borç görünümü şu şekildeydi; Kamu + özel toplam dış borç: 445 milyar dolar (2001: 124,9 milyar dolar) Dış borcun toplam gelire oranı: yüzde 56,7 (2001: yüzde 56,5)

Piyasalar bahane bekliyordu. Brunson ise spekülatif sermaye hareketlerinin kıvılcımı oldu. 2018 yazının yaşanan kur şokunu Türkiye henüz atlatabilmiş değil. Bugün 2001’e benzer bir finansal kriz riski taşıyan Türkiye’de henüz böylesi bir kriz yaşanmamasına rağmen işsizlik cumhuriyet rekoru kırmış durumda. Ekonomi yönetimi ise geçmiş günahlarıyla henüz yüzleşmiş değil.

Covid 19’un Ekonomiye Etkisi

Covid-19 salgınının etkilerini izleyen sonuçları, “ilk-an” etkisi ile 2019 yılıyla karşılaştırmalı olarak ücretli emek gelirlerinde yıllık yüzde 45’lik bir reel kayba tekabül edebilecek bir kayıp öngörmektedir. Bu kayıp, salgına yönelik izolasyon tedbirlerinin bir sonucu olarak toplam istihdamın yüzde 22.8 gerilemesi ve kısıtlanmış sektörlerden başlayarak tüm ulusal ekonomiye yayılan daralma etkilerinin ücretli emek gelirlerine yansımasının doğrudan sonucu olarak ortaya çıkmakta.

Covid-19 pandemisinin yol açtığı çok boyutlu ve derin şok, ne yazık ki Türkiye ekonomisinin makroekonomik dengelerinin görece zayıf olduğu ve özellikle kamu kesiminde bütçe açığının görece yüksek ve sabit sermaye yatırım performansının görece durgun (hatta gerilemekte olduğu) bir konjonktürde yaşanıyor.

2019 sonunda yaşamakta olduğumuz daralma konjonktürüne karşı geliştirilen genişleyici maliye politikasının sonucunda Merkezi Yönetim Bütçesi uzun yıllar sonra ilk kez (faiz dışı) birincil bütçe dengesinde açık vermiş (GSYH’ye oran olarak yüzde 0.5); bütçe açığı ise milli gelirin yüzde 2.9’una ulaşmıştı. Mali dengelerdeki bozulma, iç borç stokunun milli gelire oran olarak yüzde 32,1’e yükselmesi ve iç borç çevirme oranının da yüzde 132.4’e fırlamasıyla sonuçlanmıştı.

Bu durum, Türkiye’nin krize karşı uygulayabileceği politika önlemlerinin etkinliğini de kısıtlamaktadır. Bu nedenle uygulanabilecek alternatif politikaların neyi hedeflediği, neleri önceliklendireceği önemlidir. Bunun için de tekrar edersek, şokun hangi kaynaklardan ekonomiyi etkilediğini değerlendirmek de önemlidir.

12 Haziran’da açıklanan sanayi üretim verileri Nisan 2019’a görece Nisan 2020’de tekstil ve giyim eşyasında yüzde 60, imalat sanayinde yüzde 33, elektrikli teçhizat imalatında yüzde 40, içecek sektöründe yüzde 36’ya varan düşüşler tespit ediyor ki bu veriler ülkenin büyük bir krizin eşiğinde olduğunu göstermektedir.

2023 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri

Ekonominin bireylerin ve ailelerin bütçesini zorlayan hali, sandıktan AKP ve Erdoğan aleyhine bir tablonun ortaya çıkmasına yol açmadı. 14-28 Mayıs 2023 seçimlerinden de %52 oy alarak Cumhurbaşkanı adayı R. Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını onaylayan halkımız ekonomik krize rağmen RTE’yi tercih etmesinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz.

1. CHP’nin Genel Başkanı olan Millet İttifakı’nın adayını sadece CHP’li olduğu için seçmemesi. Başka sebepler bahane…

2. Ekonomik krizin Türkiye’nin her yerinde hissedilmemiş olması. Kentlerde asgari ücretli bir seçmenin kirada olması, faturalar, başlı başına yoksulluğu arttıran bir sebep ama bu köylüye yansımış değildi. Büyük şehirlerde değişimler ve dönüşümler daha önce başlıyor. Bu mutlaka Anadolu’ya da sirayet edecek, ancak daha bu dönüşüme hazır olmadığı anlaşılıyor.

3. Fakirlik Fonundan yardım alarak yaşayanların henüz devlet bilinci olmadığı için bunu Tayyip Erdoğan’ın verdiğini düşünerek Erdoğan’a oy vermesi ki bu en az 10 milyon oy demektir. Burada sosyal devletin imkanları parti desteği olarak görülmektedir.

4.  Devletten yardım alan en az 2 milyon Suriyeli göçmenin oyunu AKP’ye vermesi.

5. Ekonomik anlamda bir daralma olduğu zaman iktidar AK-MHP (Cumhur İttifakı ve İttifaka giren BBP, YRP, HÜDA-PAR, Vatan Partisi, DSP, DYP) partileri milliyetçiliği öne çıkarmış ve Milli Güvenlik, PKK ve FETÖ-PYD ile mücadele, Vatanın Bölünmemesi, Beka Meselesi gibi propagandalarla ve kendilerine oy vermeyenlerin PKK, FETÖ-PYD ile işbirliği içinde olduğu, Vatanın bekasının tehlikede olduğu ve bunu da Millet İttifakının yapacağı şeklinde yoğun propaganda ve vatan haini olduklarını ilan ile, kendilerine oy verenlerin Vatanperver, Dindar, Milliyetperver olduklarına inandırarak oylarını almıştır.

6. AKP’nin SİHA’lar, güvenlik söylemi, beka söylemi, HDP’ye saldırı, terörle iş-birliği gibi söylemleri, pek çok muhafazakar milliyetçi seçmeni, bütün iktisadi zorluklara rağmen kendi cephesine çekebilmiştir.

7. Muhalefet cephesinde (CHP-İYİ PARTİ-SP-DP-DEVA ve GELECEK PARTİSİ) son anda İYİ-PARTİ’nin ittifaktan çekilme ve yeniden dönme gibi uyuşmaz tavırları ile millete güven vermemesi ve bunun iktidar tarafından kullanılması da büyük rol oynamıştır. Muhalefet ülke problemlerine daha fazla eğilmek yerine AKP ve RTE tarafından yapılan iftiraya varan suçlamalara cevap vermeye çalışması da etkin olmuştur.

8. İktidarın bütün devlet imkanlarını kullanma yanında Seçim Ekonomisi uygulayarak hazineyi boşaltması ve Bankaları ticari kredilere zorlaması ve bolca kredi dağıtması, ekonomik krizi durdurmak için EURO-DOLAR’ı baskılaması da seçimde etkin olmuştur.

2023 Seçimleri Sonrası Ekonomik Durum

Ekonomi uzmanı Mahfi Eğilmez seçimden sonraki durumu şöyle özetler: Seçimden sonra büyük ekonomik buhran olacaktır. Hukukun üstünlüğünü ve adalet kavramını neredeyse tümüyle yitirmiş durumdayız. Eğitim sistemimiz sürekli geriye gidiyor. Avrupa Birliği’ne girme hedefinden uzaklaşmış bir konumdayız. Göçmenlerle ilgili pek çok sorunumuz var. Liyakat gözetilmeksizin yapılmış atamalarla doldurulmuş devlet kadroları hizmet veremez durumda. Giderek bozulan bir gelir dağılımı dolayısıyla orta sınıf yok olmuş. 100 – 120 milyar dolarlık bir deprem ve afet faturasıyla karşı karşıyayız. 6,5 milyon konutu kentsel dönüşüme sokmak zorundayız. Yılın ilk yarısından ötesini çıkarması zor olan, GSYH’nin yüzde 5’ini aşacak bir açığa ulaşması beklenen bütçeye sürekli yeni yükler bindiriyoruz.

Merkez Bankası’nın swaplar hariç net rezervi eksi 40 – 45 milyar dolar dolayında bulunuyor. Dış borç stokumuz 450 milyar dolar dolayına ulaşmış. Yükümlülükleri bilinmeyen Varlık Fonu’nun nasıl tasfiye edilebileceği başlı başına bir sorun oluşturuyor. Değer kaybeden paradan sürekli kaçtığı ve eline geçen parayı harcadığı için enflasyona olumsuz katkı yapan bir tüketici topluluğuyla birlikte yüzde 50 dolayında (muhtemelen gerçekte iki katı) bir enflasyon karşımızda dağ gibi duruyor. Tasfiyesi gereken büyük bir Kur Korumalı Mevduat yükü mevcut. Yüzde 22 dolayında bir geniş (gerçek diye okuyun) işsizlik oranına sahibiz. GSYH’nin yüzde 5,5 – 6’sı dolayında bir cari açık var ve bu cari açığın yarısını nereden geldiği bilinmeyen paralarla (net hata ve noksan kaleminin önemli bir kısmı) finanse etmeye çabalıyoruz.

Ülkenin risk primi (CDS primi) 500 baz puanın üzerine çıkmış (300 baz puanın üzeri aşırı riskli kabul ediliyor.) Dış borçlanmada yüzde 10’lara gelip dayanmış bir dolar faizi maliyetine katlanmak zorundayız. İnanılmayacak derecede şişmiş konut satış fiyatları ve kiralar söz konusu. Bankacılık kesimi, her gün çıkan yeni düzenlemelerden ve sözlü talimatlardan ne yapacağını bilemez durumda bulunuyor. Konut alımı veya portföy yatırımı dışında ülkeye yabancı sermaye gelmiyor. Pek çok sorunun kaynağı olan düşük Merkez Bankası politika faizi, enflasyonun çok altında belirlendiği için hızla düzeltilmesi mümkün görünmüyor. Tutulması imkânsız görünen harcama vaatleri verilmiş bulunuyor ve bu vaatler devam ediyor. (Son olarak bedava doğalgaz verilmesi sözü de verildi.)

Eklenecek pek çok sorun var, ama bu kadarı bile seçimden sonra ülkeyi nasıl bir çıkmazın beklediğini göstermeye yeterli sanırım.

Bu ülkede 1980’den başlayarak üç büyük kriz yaşadık: 1980 döviz krizi, 1994 faizi enflasyonun altına düşürme inadı krizi, 2001 bankacılık krizi. Bunlara ek olarak 2008 küresel krizi, 2019 pandemi krizi gibi dış kaynaklı krizlerin de etkilerini gördük. Bugün içinde bulunduğumuz kriz, bu yaşadıklarımızın hiçbirine benzemiyor.

Her şeyden önce insanlar bir kriz yaşandığının farkında değil. Kriz var deseniz, AVM’lerdeki alışverişe, yollardaki trafiğe, restoran ve kafelerin doluluğuna, tatile gidenlerin yoğunluğuna değinerek ‘ne krizi’ diye soruyorlar. Aynı durum krizin tam ortasındaki Arjantin’de görülüyor. Sürekli ve hızlı değer kaybeden ulusal paradan kaçış eylemiyle tüketimin zirveye çıkması, bir çeşit refah göstergesi olarak algılanıyor.

Hastalığın farkında olmamak işin en tehlikeli yanıdır. Önceki krizlerde hastalığın farkındaydık, IMF programlarının da desteğiyle önlem alarak kısa sürede hastalığı tedavi etmeyi başardık. Bu kez hastalığın farkında olmadığımız için işimiz çok daha zor. Ayrıca önceki krizlere ek olarak bu kez ekonomi dışı alanlarda da kriz var.

İşin daha da kötüsü kimse gerçekleri dinlemek istemiyor ve hep bir mucizenin ortaya çıkıp sistemi kurtarmasını bekliyor: Petrol bulunacak, doğal gaz rezervi keşfedilecek, körfez ülkeleri bize para verecek. Lozan Antlaşması’nın süresinin bitmesiyle birlikte artık madenlerimizi çıkarıp zengin olacağımız hayalinin son kullanma tarihi bu yıl dolduğu için o beklenti kayboldu. Şimdilerde yenileri piyasaya sürülüyor. Mucize bekleyen bir toplumda bunların alıcısı bitmiyor.

‘Ne krizi’ diye soranların seçimden sonra ortaya çıkacak manzara karşısında, taşları altına dönüştüren büyücülerin masallarda olduğunu anlayacaklarını sanıyorum. Ama yine de bu konuda iddiaya girmem çünkü toplumun önemli bir bölümü fanatiklik denilen çok ciddi bir hastalığın pençesinde bulunuyor” demektedir.

Prof. Dr. Yaşar Uysal da “İktidara kim gelirse gelsin, önlem almazsa iki yıl içinde yeniden seçime gitmek kaçınılmaz olacaktır” demiş ve şöyle dedi:

“2019 ve 2020 yıllarında tarım sektörü yüksek sayılabilecek oranlarda büyürken, 2021 ve 2022 yıllarını içeren yedi çeyreğin dördünde küçülmüş, sadece üç çeyrekte büyüyebilmiştir. Bununla birlikte 2021 yılının dört ve 2022 yılının ilk üç çeyreğinde sektörde üretim ortalama olarak yüzde 1,1 oranında azalmıştır. Ülke nüfusunun her yıl yaklaşık bir milyon düzeyinde arttığı, sayıları yaklaşık 5 milyona ulaşan sığınmacıların varlığı, 50 milyona yakın yabancı turistin ülkeye geldiği dikkate alındığında, tarımdaki üretim gerilemesinin gıdalarda fiyat artışlarına neden olması kaçınılmazdır.

Diğer taraftan TÜİK verilerine göre 2022 yılı ekim ayı sonu itibariyle tarımda kullanılan girdilerdeki son bir yıllık ortalama fiyat artışı; mazotta yüzde 233,5, elektrikte yüzde 128,6, bileşik gübrelerde yüzde 207,1, ot ilaçlarında yüzde 112,1, böcek ilaçlarında yüzde 98,3, kesif yemde ise yüzde 147,8 oranında gerçekleşmiştir. Bu veriler çerçevesinde tarım ve gıda ürünleri fiyatlarındaki artışın önemli bir nedeninin girdi maliyet artışları olduğu söylenebilir. Bu girdilerin önemli bir bölümünün ithal veya ithal hammaddelerden üretildiği dikkate alınırsa, girdi fiyatlarının gerisinde kurlardaki artış olduğu görülecektir. Dolayısıyla tarımsal üretimin yeterince artmaması, girdi fiyatlarındaki yüksek oranlı artışlar ve bunlara ilave olarak nakliye maliyetlerindeki yükseliş gıda fiyatlarındaki artışın temel nedenleri arasında sayılabilir. Kuşkusuz tarım politikalarındaki yetersizlik ve istikrarsızlık ile sektöre ve çiftçilere gereken önemin verilmemiş olmasının yaşanan olumsuzluklardaki rolü de unutulmamalıdır.

Ekonomik Çöküş

28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminden bu yana benzin ve motorin ücretleri yüzde 75 zamlandı; Dolar kuru da yüzde 35 artış gösterdi. 28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra asgari ücrete ve memur maaşlarına zam yapılırken, ürün fiyatları ve vergiler yükselmeye devam etti.

Hazine ve Maliye Bakanlığı'na Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanlığına Hafize Gaye Erkan getirilerek ekonomi politikasında değişikliğe gidildi. Şimşek, ilk açıklamasında “Türkiye'nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır” diyerek yeni dönemin işaretlerini verdi.

Asgari ücret artırılırken, memurlara verilen söz tutularak seyyanen 8 bini aşan zam yapıldı. Diğer yandan vergi oranlarında artış yapılırken, motorlu taşıtlar vergisine (MTV) ilave ödeme getirildi; harçlar da zamlandı.

Merkez Bankası seçim öncesi döviz satışı başta olmak üzere çeşitli uygulamalarla Dolar kurunu 20 liranın altında tutmayı başardı. 2023 başında 18,73 TL olan Amerikan Doları kuru Merkez Bankası kuruna göre 28 Mayıs seçimlerine kadar hep 20 lira sınırının altında seyretti. Ancak seçimlerin ardından 30 Mayıs’ta 20,08 liraya çıkan Dolar kurundaki artış hız kesmedi. Haziran sonunda 25 lira sınırını aşan Dolar kuru 26 Temmuz itibariyle 26,97 liraya kadar çıktı.

Seçimden sonra en büyük zamlardan birisi ise akaryakıtta yaşandı. Akaryakıttan alınan Özel Tüketim Vergisine (ÖTV) zam geldi. Hazine ve Maliye Bakanlığı akaryakıt ürünlerindeki ÖTV’nin iki sebeple artırıldığını bildirdi. Birincisi depremin yol açtığı ilave maliyet. İkincisi ise ÖTV tutarının enflasyon karşısında erimesi. 29 Mayıs’ta 20,57 TL olan benzinin litresi 26 Temmuz’da 36,06 TL oldu. Bu da yüzde 75 artış demek. Benzinin fiyatı sene başında 19,48 liraydı.

Yandaş Medyanın Halkı Aldatmaya Devam Etmesi

Yandaş Medya bütün bu olumsuzluğu “Dış Güçlere” Türkiye düşmanlarına ve Muhalefetin yaptığına halkı inandırmak için ellerinden gelen yanlış bilgileri vererek iktidarı temize çıkarmaya devam etmekte ve bunları okuyan ve dinleyen halk da buna inanmaktadır. Çünkü bütün olumsuzluklar dış güçlere ve dünyadaki krize verilerek onun etkisi üzerinde durulmakta hükümetin yaptığı israflar ve harcamalar “Türkiye’nin itibarı” şeklinde anlatılmaktadır. O kadar ileri gidilmektedir ki “Türkiye doların değerini artıran dünyada tek ülke” diye dolar artışını dahi iktidarın başarısı olarak göstermekte ve toplum buna inanmaktadır.

Mesela Star Gazetesinden Deniz İkbal “Türkiye Ekonomik Modeli”nin dünyaya örnek olacağını ifade etmekte ve şunları yazmaktadır:

“Salgın, deprem, enflasyon ve tedarik krizi gibi birçok etmen Türkiye ekonomisini etkisi altına aldı. En fazla etki eden şoklar, hem küresel hem de ulusal bazda devam ediyor. Pandemi küresel bir kriz olarak 2020’den itibaren farklı şok dalgaları halinde etkisini sürdürüyor. İstihdamı korumak ve toplu iflasları önlemek için alınan global önlemler, 2021’de küresel enflasyonun yükselmesine neden oldu. 2022’de başlayan Ukrayna Savaşı ise enflasyonist baskıyı daha şiddetli hale getirdi. Gelişmiş ülkeleri enerji, tedarik ve üretim üzerinden etkileyen enflasyonist baskı gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeleri gıda fiyatları üzerinden etkiledi. Afrika, Latin Amerika ve Güney Asya’da pek çok ülke gıda, enerji ve tedarik krizini derinden hissetti. Salgın 120 milyondan fazla kişinin yoksulluk seviyesinin altına düşmesine ve 200 milyon kişinin istihdam dışına çıkmasına neden oldu. Türkiye de mevcut küresel krizler silsilesinden etkilenen ülkeler arasında yer aldı. 2021’in son aylarında açıklanan Türkiye Ekonomi Modeliyle global krizlere farklı bir yaklaşım getiren Türkiye üretim, istihdam ve ihracat merkezli patikayı tercih etti. Ancak enflasyonist baskının devam ettiği 2022 boyunca fiyat istikrarı ülkenin en önemli gündem maddesi oldu.

Küresel enflasyon petrol krizlerinden sonra ilk defa tarihi zirvelere yükselerek rekor kırdı. Avrupa, Kuzey Amerika ve diğer gelişmiş bölgelerde çift hanelere çıkan enflasyon üretim yönlü olarak yüzde 40’lara yükseldi. Enerji, gıda ve tedarik temelli olan enflasyon salgın döneminde piyasaya enjekte edilen 20 trilyon dolarlık miktar ile ülke tarihlerindeki zirveleri zorladı. Almanya’da İkinci Dünya Savaşı rakamlarına erişen enflasyon Ukrayna Savaşı’nın başlamasıyla daha da şiddetlendi. Sadece üretim merkezli bir fiyat artış sarmalı olmayan mevcut enflasyonist baskı farklı ürün gruplarında arz yönlü olarak gerçekleşti. Gelişmiş ülkeler krizleri ellerindeki kamu kaynakları, sübvansiyonlar ve ek borçlanma ile çözmeye çalışırken gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkeler finansal imkânlardan yoksun olarak enflasyonla mücadele etmek zorunda kaldı. Az gelişmiş ülkeler borçlanma ve kamu kaynaklarını yönetme konusunda birçok sorunla karşılaştı ve yoksulluk dünya genelinde artış gösterdi.

Gıda enflasyonu nedeniyle gıda harcamaları yüzde 50’den fazla yükseldi. Aylık gelirleri 50 dolardan az olan yoksul kesimler küresel gıda enflasyonunu çok daha şiddetli hissettiler. Özellikle Nijerya, Kongo ve Etiyopya gibi ülkeler gıda ürünlerini tedarik etmekte zorlandılar. Ukrayna Savaşı nedeniyle uluslararası piyasalara sunulamayan birçok tarım ürünü farklı ülkeler tarafından kısa sürede telafi edilemedi. Yüzde 65’lere kadar çıkan ve günümüzde yüzde 18’lere kadar düşen küresel gıda enflasyonu hala yüksek seviyelerini korumaya devam ediyor.

2021’in son çeyreğinde açıklanan Türkiye Ekonomi Modeli, 2022 ve 2023’de daha fazla görünür olmaya başladı. Üretim ve istihdamı merkeze alan model işleme alındığı tarihten itibaren 2,78 milyonluk istihdam yaratılmasını sağladı. 2021-2023 arasında ihracatın 225 milyar dolardan 270 milyar dolara ulaşması beklenirken enflasyon temel bir problem olarak öne çıktı. TL’deki değer kaybı ve küresel enflasyon nedeniyle yüzde 85’lere kadar yükselen enflasyon yüzde 30 kadar düşerek yüzde 55’lere kadar geriledi. Sene sonunda enflasyonun yüzde 20-25 aralığına düşmesi hedeflenirken 2024’de tek haneye düşmesi ve Türkiye Ekonomi Modeli çerçevesinde yeni atılımların yapılması beklenebilir.

2020’de salgın koşullarının etkisiyle 720 milyar dolar olarak gerçekleşen milli gelir, 2022’de 905 milyar dolara yükseldi. Kişi başı gelir 11 bin dolara yaklaşırken üretim ve ihracatın milli gelir içerisindeki payı ciddi artış gösterdi. İmalat sanayinin milli gelir üzerindeki payı yüzde 22’lere yaklaşarak rekabet gücünün artmasına yardımcı oldu. Sanayi ihracatı da 127 milyar dolardan 190 milyar doları aşarak tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Tarım ihracatı ise 2020-2022 döneminde küresel krizlere rağmen 24 milyar dolardan 35 milyar dolara yaklaştı. Türkiye’deki toplam üretim yapan fabrika sayısında da ihracat ve istihdamda olduğu gibi ciddi bir artış görüldü. 2023’de 75 bini aşan fabrika sayısı 5 bin yapımı süren fabrika eklemlendiğinde Türkiye’nin üretim ve istihdamına daha fazla katkı sağlamış olacaktır. Özellikle 378 Organize Sanayi Bölgesinde (OSB) üretim gerçekleştiren fabrikalar küresel ihracattan yüzde 1,06 pay alınmasını sağladı. 2023’de yüzde 1,1’e erişmesi beklenen payın Türk sanayisini küresel sıralamada 16. sıradan hızla 15. sıraya yükseltmesi beklenebilir.

Felaketin yol açtığı can kaybı, yıkım ve psikolojik etkiler uzun yıllar Türkiye’nin hafızasından silinmeyecektir. Sosyal ve toplumsal olarak da desteklenmesi gereken deprem bölgesi Türkiye ekonomisinde önemli bir yer ediniyor. Milli gelirin yüzde 10’a yakınını ve ihracatın yüzde 8’ini gerçekleştiren şehirlerimiz felaketten etkilendiler. 3 milyona yakın istihdamın olduğu 11 şehir iç ticaret ve enerji tedarikinde kritik pozisyonda bulunuyor. 100 milyar doları aşan milli geliriyle 11 şehir ihracatta 20 milyar dolarlık kapasiteye sahip. Bu yıl 11 şehrin 22 milyar dolar ihracat yapması ve 110 bine yakın yeni istihdam yaratması bekleniyordu. Deprem nedeniyle üretim, istihdam ve ihracatta kısmi bir düşme beklenebilir. Ayrıca bölgeden ayrılanlar göz önüne alındığında gelecek yıllarda bölgenin ek yatırım ve teşviklere ihtiyaç duyacağı söylenebilir.

Türkiye son yıllarda salgın, küresel enflasyon ve deprem gibi birçok krizle karşı karşıya kaldı. Salgın tedarik hatlarına, üretime ve toplum sağlına zarar verirken dünya ekonomisini de krizin içine çekti. Bu süreçte istihdam, ihracat ve üretim merkezli bir politikayı tercih eden Türkiye genişletici para ve maliye politikalarını tercih etti. Kapanmaların ortaya çıkardığı işsizlik tehlikesini bertaraf etmek için karar alıcıların başvurduğu yöntem 2021’in sonunda Türkiye Ekonomi Modeli ile daha görünür hale geldi. Bu yıl yapılacak olan seçimler Cumhuriyetin 100. yılında önemli bir eşiğe işaret ediyor. 2022’de 905 milyar doları aşan ve 2023’de 1 trilyon doları geçme ihtimali bulunan milli gelirin 2024-2028 döneminde yükseliş trendini sürdürmesi bekleniyor. IMF’nin tahminlerine göre 2028’de 1,5 trilyon dolarlık milli gelir ve 17 bin dolara yakın kişi başı gelir ile Türkiye üretim ve büyüme potansiyeliyle öne çıkıyor. Salgında turizm başta olmak üzere farklı sektörlerde ivme kazanan Türkiye, 2023’de küresel şokların hafiflemesiyle daha fazla atılım yapılabilir. 2024-2028 döneminde beklenen ekonomik performansın yapısal reformlarla kuvvetlendirilmesi ise istihdam, üretim ve ihracat merkezli Türkiye Ekonomi Modeli’nin daha işlevsel hale gelmesine yardımcı olacaktır.

Depremin yol açtığı yıkım ve ekonomik maliyetin belli bir dönem için ekonomi üzerinde olumsuz etki yaratması muhtemel. Ancak yeniden inşanın tamamlanması ve yenilenen altyapı ile ekonomik maliyet azaltılabilir. Birçok uluslararası kuruluş farklı ekonomik tahminleri açıklarken kamu tarafından başlatılan yeni inşa çalışmaları hem bölgenin hızla toparlanmasına hem de hayatın normale dönmesine yardımcı olacaktır.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol