Alem, Allah’ın yarattığı ve yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delil olan her şeydir. Âlem, sadece cismaniyâta has değildir. Ruhlar âleminden başka bilemediğimiz pek çok mânevî âlemler vardır. Ancak bütün bu âlemlerin damı ve tavanı “Arş-ı Âzam”dır. Yani, arş-ı azam bütün âlemleri kuşatmıştır.
Alem, Allah’ın yarattığı ve yaratıcının varlığına ve sıfatlarına delil olan her şeydir. Âlem, sadece cismaniyâta has değildir. Ruhlar âleminden başka bilemediğimiz pek çok mânevî âlemler vardır. (Lem’alar, 2005, s. 669.) Ancak bütün bu âlemlerin damı ve tavanı “Arş-ı Âzam”dır. Yani, arş-ı azam bütün âlemleri kuşatmıştır.
Kâinatı içine alan maddî âlemler mânevî ve gaybî âlemler yanında çok küçük kalır. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Cehennemden en son çıkacak ve Cennete girecek olan günahkâr mü’mine yüce Allah on dünya büyüklüğünde hususî bir cennet verir” (Prof. Kâmil Miras, Tecrit Tercümesi, 2:844-846.) buyurarak ahiret âleminden olan cennetin ne derece büyük olduğuna bir derece işaret etmiştir.
Bediüzzaman hazretleri “Her şeyin bâtını zahirinden daha âlî, daha lâtif, daha kâmil, daha güzel ve daha müzeyyen olduğu gibi, hayatça daha kavî ve şuurca daha tamdır. Zahirde görünen hayat, şuur ve kemâl ancak batından zahire süzülen zaif bir tereşşuhudur. Evet, karnın evinden, cildin gömleğinden ve kuvve-i hafızan senin kitabından nakış ve intizamca daha yüksek ve daha gariptir. Binâenaleyh âlem-i melekût, âlem-i şehadetten; âlem-i gayb, dünya ve ahiretten daha âlî ve daha yüksektir.” (Mesnevî-i Nuriye, 2006, s. 286-287.)
Bediüzzaman Hazretleri “İnkılaplar neticesinde, her iki taraf arasında geniş geniş dereler husule geliyor. O dereler üstünde her iki alemle münasebettar köprüler lazımdır ki, her iki alem arasında gidiş geliş olsun. Lâkin o köprülerin inkılâbat cinslerine göre şekilleri, mahiyetleri mütebayin, isimleri mütenevvi olur. Meselâ, uyku, alem-i yakaza ile alem-i misâl arasında bir köprüdür. Berzah, dünyayla ahiret arasında ayrı bir köprüdür. Ve misâl, âlem-i cismaniyle alem-i ruhânî arasında bir köprüdür. Bahar, kışla yaz arasında ayrı bir nevi köprüdür. Kıyamette ise, inkılap bir değildir. Pek çok ve büyük inkılâplar olacağından, köprüsü de pek garip, acip olması lâzım gelir” (Mesnevî-i Nuriye, 356.) buyurur.
Âlem-i misâl, bu âlemlerden birisidir. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Barla Lâhikası’ndaki bir mektubunda ise âlem-i misâli şöyle anlatır: “Âlem-i misal, âlem-i ervahla âlem-i şehadet ortasında bir berzahtır. Her ikisine birer vecihle benzer. Bir yüzü ona bakar, bir yüzü de diğerine bakar. Meselâ, aynadaki senin misalin, sûreten senin cismine benzer; maddeten senin ruhun gibi lâtiftir.” (Barla Lahikası, s. 187.)
Bediüzzaman’a göre âlem-i misâl, âlem-i şehadet gibi vücudu meşhuddur, görünür. Tahakkuku bedihîdir, açıktır. Hatta rüya-yı sadıka, keşf-i sadık ve şeffaf şeylerdeki temessülât, bu âlemden âlem-i misâle karşı açılan üç penceredir. Avâma ve herkese bu âlemin varlığını açıkça gösterir. Böylece âlem-i misâlin vücudu, âlem-i ervah ve âlem-i şahadet kadar katîdir. (Age.)
Âlem-i misâl acaib ve garaibin meşheridir, ehl-i velâyetin de tenezzühgâhıdır. Âlem-i asgar olan insan beyninde bulunan kuvve-i hafıza ve kuvve-i hayaliye maddî olarak bir mercimek kadar yer işgal ettiği halde binler sene genişliği olan ve asla bitmek ve tükenmek bilmeyen çok büyük bir yere sahiptir. Aynı şekilde âlem-i ekber olan kâinatta da hayalin hakikati olan bir âlem-i misâl ve hafızanın hakikati olan bir levh-i mahfuz vardır. Hayal ve hafıza bu âlemlere açılan pencerelerdir. Nasıl ki göz bu âlem-i şahadete açılan bir penceredir ve insan bu âlemi onun ile müşahede eder. Aynı şekilde kuvve-i hafıza levh-i mahfuzdan ve hayal âlem-i misalden haber verirler. (Barla Lâhikası, 2006, 549; Lem’alar, 2005, s. 328, 669, 960)
Âlem-i misâl, ahiretin sonsuz ve ebedî manzaralarını teşkil edecek olan misâlî levhaları muhafaza eden bir âlemdir. Bütün dünyada yaşanan hadiseleri ve olayları, her an tazelenen güzel manzaraları, şekilleri ve güzellikleri fotoğrafını alan ve kameraya çeken bir âlemdir. Binler dünya kadar büyük ve geniş hadsiz dünya manzaralarını alarak büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye teşkil eder. Faniyâtın fani ve zâil hallerini fotoğraflayarak sermedî temâşâgâhlarda ve Cennette dünya maceralarını ve eski hallerini seyrettirecektir. (Emirdağ Lâhikası, 2006, s. 493.)
Evliyâ-yı azîmeden Muhyiddin-i Arabî’nin (ks) “Fütuhat-ı Mekkiye” isimli kitabında ve “İnsan-ı Kâmil” kitabının müellifi Seyyid Abdulkerim (ks) gibi zâtların kitaplarında haber vermiş oldukları “Kaf dağı, Arz-ı Beyzâ ve Âlem-i Meşmeşe” gibi binler dünya büyüklüğündeki âlemler, âlem-i misâlden oldukları için onların yerleri dünyada bir çekirdek kadar olsa, âlem-i misâlde bir ağaç kadar geniştir. Çünkü bu dünyada yapılan az bir amel ve fiilin âlem-i misâlde timsâli bir ağaç gibidir. Ancak onların sekir halinde gördükleri bu âlemler, âlem-i şehadet ile karıştırıldığı için inkâra sebep olmuştur. “Onlar ehl-i hak ve hakikattirler, hem ehl-i velâyet ve şuhuddurlar. Gördüklerini doğru görmüşler; fakat ihatasız olan hâlet-i şuhudda ve rüya gibi rüyetlerini tabirde verdikleri hükümlerinde hakları olmadığı için, kısmen yanlıştır. Rüyadaki adam kendi rüyasını tabir edemediği gibi, o kısım ehl-i keşif ve şuhud dahi rüyetlerini o halde iken kendileri tâbir edemezler. Onları tabir edecek, ‘asfiya’ denilen verâset-i nübüvvet muhakkikleridir. Elbette o kısım ehl-i şuhud dahi, asfiya makamına çıktıkları zaman, kitap ve sünnetin irşadıyla yanlışlarını anlarlar, tashih ederler, hem etmişler.” (Mektûbât, 2005, s. 134-138.)