
Barış düşüncesinin ortaya çıkması İslamiyet’in ortaya çıkması ve İslam peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) çabaları iledir. Peygamberimizin (sav) barışa olan katkısı ve “Veda Hutbesi”ndeki insanlığa tavsiyeleri ile Avrupanın aydınlanması ortaya çıkmıştır. Hürriyet baskının olmaması, adalet haksızlığın olmaması ise barış da savaşın olmamasıdır.
Hürriyet ve adaletle beraber barış da liberal değerlerden biridir. Hürriyet baskının olmaması, adalet haksızlığın olmaması ise barış da savaşın olmamasıdır. Savaşın olmadığı yerde barışın bir önemi yoktur, savaşların varlığı barışı önemli hale getirmiştir.
Eski Yunan ve Roma düşünürleri anlaşmazlıkları ve çatışmaları toplumun doğasından kabul ediyorlardı. Spartalılar ve Romalılar savaşı toplumun zenginleşmesi ve ilerlemesi için zorunlu kabul ediyorlardı. Hatta Platon ve Aristoles savaşların yaşanmamasını tembelliğin ve durgunluğun sebebi kabul ediyor ve medeniyetin ancak savaşla gelişebileceğini düşünüyorlardı. Savaş olmazsa yiğitlik ve kendini feda etme erdemlerinin oluşmayacağını düşünüyorlardı. Daha sonra kutsal amaçlı haçlı seferleri düzenlenerek savaşa bir de kutsallık ilave etmişlerdi. İlkçağ ve Ortaçağ Avrupa’sı savaşların yaşandığı ve kutsandığı çağlardır. Bu çağlarda savaş asıl, barış ise izafi idi.
Barış düşüncesinin ortaya çıkması İslamiyet’in ortaya çıkması ve İslam peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) çabaları iledir. Peygamberimizin (sav) barışa olan katkısı ve “Veda Hutbesi”ndeki insanlığa tavsiyeleri ile Avrupanın aydınlanması ortaya çıkmıştır.
Aydınlanmanın düşünürlerinden Davide Hume bir ülkenin kaybının diğer ülkenin kazancı olarak gören geleneksel akla karşı çıkarak “Bir İngiliz olarak Almanya, İspanya, İtalya ve hatta Fransa’nın ticaret hacminin artması için dua ediyorum” demişti. 1800’lü yıllarda İngiltere’de “Serbest Ticaretin” halklara yeni barış dönemi getireceğini ileri süren kampanyalar başladı.
Uluslararası ticaret arttıkça ülkeler rekabetle üretim alanında uzmanlaşmaya başlayarak medeniyetin gelişimine katkı sağladılar. Serbest ticaret yabancı kültürlere de yeni bağlar kurulmasına sebep olmuştur. Bu da şovenist milliyetçiliği, yani ırkçılığı yıkmıştır.
Diktatörlükte insanlar iktidarı değiştirme imkânından mahrumdurlar. Bu nedenle ABD Başkanı Ronald Regan’ın dediği gibi “Barışın en önemli garantisi zayıflık değil, güçtür.” Güç barışı kurmak ve korumak için gereklidir. Bir ülkenin kendi gücü buna yetmezse o zaman “ulusal güçler” bunu sağlamalıdırlar.
1914 ile 1940’lı yılların diktatör güçleri zamanla yıkıldı ve 1980’den sonra yerini barışı korumaya ve diktatörlerin yıkılmasına bıraktı. Zira devletçi ve baskıcı rejimler ticaret ve medeniyeti yok etmekte bu da ekonomik çöküntüyü getirmektedir. Sonuçta diktaya dayanan rejimler de yıkılmak zorunda kalmaktadır.
Barışı gerçekleştirmenin yolu serbest ticaret ve liberal demokrasidir. Serbest ticaret gelişimi ve dolaşımı destekler. Liberal demokrasi ülke içindeki savaşı ortadan kaldırır. Liberal demokrasilerin askeri gücü ellerinde tutmaları gereklidir. ancak askerlerin de liberal demokrasiyi desteklemeleri şarttır. Bunun amacı potansiyel saldırganları savaştan vazgeçirmektir. Asker savaştan çok barışı gerçekleştirmek ve korumak için gereklidir. ABD başkanı Teddy Roosewelt’in dediği gibi “Tatlılıkla konuşun ancak büyükçe bir sopayı da yanınızdan eksik etmeyiniz.”
II. Dünya Savaşı insanlığa yaşattığı kıyım ve yıkım, soğuk savaş boyunca yaşanan nükleer kıyım terörü, barışın önemini daha çok ortaya çıkarmıştır. “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” bu deneyimlerin sonucu ortaya çıkmıştır. Dünyada ticaret serbestisi refah ve barışı daha da pekiştirecektir.
Asrımızın büyük bir İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi (ra) 1910 yılında Şam Emevi Camiinde okuduğu bir hutbesinde “medeniyetin insanlığa faydalı gelişmelerini destekleyerek insanlığın ortak malı olan medeniyet ile islamiyetin barış ve kardeşliği esas alan prensiplerinin insanlığın ortak değeri haline gelmesi durumunda yeryüzünün her türlü baskı ve zulümden, ahlaksızlık ve kötülüklerinden temizlenerek “sulh-u umumi” dediği genel barışın sağlanacağını” belirtir. Daha sonra sürgün olarak kaldığı yerlerden ilgili makamlara yazdığı mektuplarında da bu konunun üzerinde durur ve “insanlık dünyasında genel barış için kurulan paktları ve ortaklıkları göstererek Türkiye Cumhuriyeti’nin bu genel barışa katkı sağlaması için çaba harcıyordu. Bunun için hükümetlerden eğitime önem vermesini istiyor ve bekliyor, eğitimin de din ve fen ilimlerini beraber okutacağı, aklı ve kalbi çalıştıracak ve aydınlatacak olan bilgilerle donatılması gerektiğini ders veriyordu. Bilhassa doğuda Türk, Kürt, Arap ve İranlıların bulunduğu Ortadoğu’daki barışı sağlamak için “Üniversitelerin” kurulması gerektiğinin mücadelesini veriyordu.
Sultan Abdulhamit zamanında (1908) başladığı bu çabalarına ve üniversite ihtiyacına ancak 1954 yılında DP Hükümeti tarafından Erzurum Üniversitesi açılması kararı ile destek görmüştür. Bu nedenle Demokrasinin ve hürriyetçi düşüncenin barışa ne büyük katkı sağlayacağını talebelerine ders veriyor ve Demokrasinin desteklenmesi gerektiğini haykırıyordu.
1909 yılında Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinde medeniyet ve gelişmenin kaynağı olarak “Sulh-u umumi, aff-ı umumi ve ref’i imtiyaz lazım” diyerek af ve barışın desteklenmesi gerektiğini ve bu yolla ancak genel barışın sağlanacağını ifade ediyordu. Böylece birilerinin kendilerine verilen veya hayali olarak verdiği imtiyaz ile başkasına haşerat nazarıyla bakarak nifak çıkarmasının önünün alınacağını ifade etmiştir. Bunun da ancak hürriyet ve demokrasiyi desteklemekle ve baskının her çeşidine karşı çıkılması gerektiğini belirtir.
Bediüzzaman’nın çabalarının insanlığın genel arayışını yansıttığını ve bu gün müessir olduğunu görüyoruz. Evet, en büyük güç zamanı gelen fikirdir. Onun önüne hiçbir şey geçemez. Bu nedenle insanlığın aradığı genel barışın mutlaka sağlanacağına gönülden inanıyoruz.