Peygamberimiz (asm) “Bir konuda alim olup neyi emrettiğini ve neden nehyettiğini bilmedikçe sakın o işe teşebbüs etmeyin!” buyurmuş ve sahabelerini araştırmaya, ilim sahibi olmaya ve ilim sahibi olanlarla istişare etmeye ve bilenlerden sormaya teşvik etmiştir.
Giriş
Dini bütünüyle anlamak, Kur’ân-ı Kerimi bütünü ile kavramak ve Peygamberimizi (asm) bütün yönleri ile tanımak gerekir ki Müslüman yanlışlardan korunsun. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” (Bakara, 2:85.) buyurarak işine gelen bir kısmını alıp, işine gelmediği ve kendi indî ve yanlış fikrine uymadığı için bir kısmını görmezlikten gelmek “Bektaşilik”ten başka bir şey değildir.
Yüce Allah insanları ikaz ediyor Alak Suresinde buyuruyor ki: “Namaz kılanı engelleyeni gördün mü? Ey inkârcı! düşündün mü ya o kul doğru yolda ise. Yahut günahtan sakınmaya çağırıyorsa! Ey resulüm, düşündün mü ya o adam hakkı inkâr ediyor, sırt çeviriyorsa! O kimse Allah’ın her şeyi gördüğünü bilmiyor mu?” (Alak, 96:10-14.)
Evet, Peygamberimiz (asm) “Bir konuda alim olup neyi emrettiğini ve neden nehyettiğini bilmedikçe sakın o işe teşebbüs etmeyin!” buyurmuş ve sahabelerini araştırmaya, ilim sahibi olmaya ve ilim sahibi olanlarla istişare etmeye ve bilenlerden sormaya teşvik etmiştir. Yüce Allah da “Bilmiyorsanız bilene sorun!” (Nahl, 16:43; Enbiya, 21:7.) ferman ederek ilim ve ihtisas sahiplerine sormayı emretmiştir.
Dinin yalnız bir yönüne, Kur’ân’ın bir ayetine ve Peygamberimizin (asm) bir davranışına ve hadisine bakarak hüküm vermek gerçeği bütünü ile görmeye engeldir. Gerçekler ise ayrıntılarda gizlidir. Ayrıntıyı kaçıran gerçeği göremediği gibi, hakkı batıla, ilmi de cehle çevirmiş olur. Söylediği hakikati yansıtmadığı için ilim ve bilgi değildir, yanlış olduğu için de cehalettir. Zira ilim ve bilgi, gerçeğe uygun, hak ve hakikate mutabık olandır.
Yüce Allah bir kısım işine geldiği gibi davranan insanlar için de şöyle buyurur: “Yine insanlar içinde kimileri vardır ki, Allah’ın ayetlerine tereddütle, bir kıyısından, şartlı olarak yaklaşırlar; öyle ki kendisine bir iyilik denk gelirse bundan pek memnun olur, ama başına bir imtihan sıkıntısı gelse hemen yüz çevirir. Böyleleri dünyasını da âhiretini de yitirmiştir ve apaçık hüsran işte budur.” (Hac, 22:11.) buyurur.
Bu gibi insanlar dine pamuk ipliğiyle bağlıdırlar. İşleri rast gittikçe Allah’a ibadet ve itaat etmekten memnun oldukları, bir imtihan sıkıntısına mâruz kaldıklarında ise hemen bu statüden sıyrılmak istedikleri görülür. Bunlar için “Allah’a tereddütler içinde, tam inanmadan, bıçak sırtında kulluk eder” mânaları da verilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim bir imtihan kitabıdır. Bunun için soyut kavramlar da farklı anlamlara gelecek kelimeler de vardır. Anlaşılması için somut olarak uygulamanın olması gerekir ki Peygamberimizin (asm) hayatı, ibadeti ve izahları bunu sağlar. Bu sebeple yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Peygambere itaat etmeyi” çok ayetlerinde emreder. Peygamberimiz (asm) bütün sözleri, hareketleri ve davranışları ile “üsve-i hasene” kendisine uyulması gereken bir Resuldür. Davranışlarında yanlış yorumlanacak bir durum yoktur. Yaşayan Kur’ândır. Ahlakı Kur’an ahlakıdır. Hayatı Kur’an-ı Kerimin uygulamasıdır.
Kur’an-ı Kerimde içkinin yasaklanması ile ilgili ayet üç aşamada gelmiştir. Esas hüküm son gelen ayetle verilmiştir. Bu durumda ilk ayetlerle amel etmek elbette doğru değildir; zira son gelen yasak diğerlerini neshetmiştir. Ancak içki ile mücadele etmenin yollarını da bu şekilde göstermiş ve bize metot vermiştir. Faiz ile ilgili ayetler de böyledir. Son olarak Veda Haccında yasaklanmıştır. Bu durumda önce nazil olan ayetlerle amel etmek doğru değildir.
Aynı şekilde Risale-i Nuru ve Bediüzzaman’ı anlamak da böyle olmalıdır. Peygambersiz Kur’an anlaşılamayacağı ve doğru amel edilemeyeceği gibi, Bediüzzaman’ın hayatı nazara alınmadan Risale-i Nurları da doğru anlamak mümkün olmayacaktır. Bu durumda her önüne gelen kendi anlayışına göre bir anlam çıkarır ve tartışmalar uzar gider.
Bediüzzaman’ın Hayatı ve Risale-i Nurlar Bir Bütün Olarak Ele Alınmalıdır
Bediüzzaman’ın hayatı bütünüyle ele alındığı zaman üç hayat devresini de birden ele almak gerekir. Birinci Said Dönemi (1878-1923) İkinci Sadi Dönemi (1923-1948) Üçüncü Said Dönemi (1948-1960) birden göz önünde bulundurulmalıdır.
Birinci Said Dönemi: Bediüzzaman’ın 45 yıllık ilk hayatını kapsar. Bu dönemde Bediüzzaman bir “Hürriyet” kahramanıdır. 1890 yılında Mardin’de Hürriyetçiliği savunarak siyasi hayata girer. 1908’de İstanbul’a geldiği zaman Jön Türklerle, İttihat ve Terakki ile sonra Ahrarlar ile Hürriyeti müdafaa eder ve 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ve Hürriyetin ilanına sebep olur. 26 Temmuz 1908’de Sultanahmet Meydanında Hürriyet mitinginde “Hürriyete Hitap” isimli nutkunu olur. Daha sonra bu nutku Selanik Hürriyet Meydanında da tekrar eder, gazetelerde neşreder ve bastırıp dağıtır. Bediüzzaman bu makalelerinde ve nutuklarında din namına “Asr-ı Saadeti” misal alarak parlamenter sistemi savunur. Meşrutiyeti Kur’ân-ı Kerimin “Meşveret ve Şura” emrinin siyasi hayatta uygulaması olarak görür. Bu dönemde Bediüzzaman’ın siyasi faaliyetleri ve fikirleri gazetelerde neşrettiği makalelerinden ve sorulan sorulara verdiği cevaplarından oluşan “Nutuk” “Makâlat” “Divan-ı Harb-i Örfi” ve “Münazarat” isimli eserleri onun siyasi görüşlerini bize anlatır.
1910’da Şam Emevi Camiinde okuduğu “İslam dünyasının hastalıkları ve tedavi çarelerini gösteren “Hutbe-i Şamiye” isimli eserinde de İslam dünyasına hitaben siyasi dersler verir. Bu da “Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri” olarak neşredilmiştir.
Daha sonra Doğuda Ruslara karşı gönüllü alay kumandanı olarak talebeleri ile savaşa iştirak etmiş ve büyük yararlıklar göstermiş ve talebelerini şehit vermiş, kendisi de esir edilerek Kosturma esir kampına gönderilmiştir. Yaklaşık iki sene esir kaldıktan sonra 1917 Komünist ihtilalinin karışıklıklarından istifade ederek firar etmiş ve Sofya üzerinden İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’da Genelkurmay’ın teklifi ile “Daru’l-Hükmetü’l-İslamiye” azalığına tayin edilmiş, “Mahreç” unvanı ile taltif edilmiş ve “Yeşilay” “Müderrisler Cemiyeti” gibi cemiyetlere aza olarak görev yapmıştır.
İngilizlerin İstanbul’u işgaline karşı çıkmış, propagandalarına karşı “Hutuvat-ı Sitte” isimli eseri ile cevap vermiş ve propagandalarını kırmış, İngilizlerin “Nerede görülürse öldürülsün” emrine muhatap olmuş, Anadolu’daki “Kuvay-ı Milliye Hareketine” destek vermiştir. Şeyhulislam Dürrizade’nin “Anadolu’daki kurtuluş Savaşına” destek olanlara mukabil verdiği “Bağidirler” fetvasına karşı fetva vererek “Cihad Fetvasını” ilan etmiştir. Bunun üzerine Denizli’de toplanan 70 Müftü Resmî “Cihad Fetvası” yayınlayarak Kurtuluş Savaşının desteklenmesini ve meşruiyetini ilan etmişlerdir.
1922’de özel davet üzerine Ankara’ya TBMM’ye gelmiş ve Millet Meclisi’nde 19 Ocak 1922 tarihinde bir “Beyanname” yayınlamış ve milletvekillerine “Şu inkılâb-ı azimin temel taşları sağlam gerek! Şu meclis-i âlinin şahsiyet-i mâneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, manay-i saltanatı deruhte etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiye’yi bizzat imtisal etmek ve ettirmekle, ma’nay-ı hilâfeti dahi vekâleten deruhte etmezse; -hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde laakal beş defa dine muhtaç olan- şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyac-ı ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye ma’nay-ı hilâfeti tamamen kabul ettiğiniz, isme ve lâfza verecek. O manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarikiyle olmayan böyle bir kuvvet inşikak-ı asaya sebebiyet verecektir” diyerek hem saltanatı hem de hilafeti temsil etmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Ama ne ki farklı bir tutum içinde olduğunu görmüştür. Zira Nifak cereyanı ile iş birliği yapan Materyalizm, Komünizm, Ateizme cereyanlarının yayıldığını ve buna karşı önlem alınması gerektiğini görür. Çünkü, dinsizlik cereyanın siyasetle önlenmesi mümkün değildir. 1923 Nisan ayında ve Ankara’dan ayrılarak Van’a gider. Bundan sonra Bediüzzaman “Bu milletin imanı tehlikededir; öyle ise imanı kurtarmak lazım” demiştir.
Nifak ve dinsizlik cereyanı siyasi olarak “İstibdad-ı Mutlakı” netice vereceğini anlayan Bediüzzaman daha sonra bunu “küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlaktır” şeklinde ifade etmiştir. Bediüzzaman bundan sonra dinsizlikle mücadele için yeni bir siyaset takip etmiştir. Nifak cereyanına, Ateizme, Komünizme ve Materyalizme karşı mücadele için Kur’ân-ı Mucizu’l-Beyan’ın İman hakikatlerinin izahı, aklen ve ilmen ispatını yapmak için Allah’tan yardım istemiştir.
İkinci Said Dönemi: Bediüzzaman 1923 yılından sonra Bediüzzaman Peygamberimizin (asm) “Ahir zamanda gelecek olan ve dine zarar verecek olan dehşetli bir rejimin” Anadolu’da ortaya çıktığını görür. Bu rejime karşı İman ve Kur’ân hakikatlerinin ispatı ile yeni bir mücadele yöntemi başlattı ve buna “Manevî Cihad” adını verdi. (Siyasi ve İçtimaî Tespitler, s.19.)
Bediüzzaman neden bu dönemde muhalefette kalmak dışında siyasetle meşgul olmadı? Öncelikli olarak bu dönemde resmî devlet partisi olan CHP dışında hiçbir siyasi muhalefetin yasak olması ve istibdad-ı mutlak ile ülkenin yönetiliyor olmasıdır. Bediüzzaman ecnebi parmağına alet olmamak için fiilî siyasetten çekildi. (Mektubat, 64.)
Bediüzzaman inzivada olduğu ve 1925 yılında doğuda ortaya çıkan Şeyh Said isyanına destek vermediği ve inzivada bulunduğu Van vilayetini de isyana karışmaktan koruduğu ve Kör Hüseyin Paşa’yı isyana karışmaktan vazgeçirdiği halde isyana karışanlarla beraber Batı Anadolu’ya sürgün edilir. Önce Burdur’a sonra Isparta’nın Barla nahiyesine gönderildi.
Bediüzzaman burada Risale-i Nur adını verdiği Kur’an-ı Kerimin iman hakikatlerini ispat eden tefsirini yazmaya başladı. Bediüzzaman siyasetle meşgul olmadığı, gazete dahi okumadığı halde “Siyaset yapıyorsun. Rejimi desteklemiyorsun. Devletin temellerini dini esaslara dayandırmak için cemiyet kuruyorsun” gibi alakasız iddialarla, zulmen hapsedildi 1935 Eskişehir, 1943-44 Denizli ve 1948 Afyon Ağır ceza Mahkemelerinde yargılandı ve berat etti.
Üçüncü Said Dönemi: İkinci Dünya Savaşı sonrasında Rusya’nın Boğazlarda hak iddia etmesi, Kars ve Ardahan’ı istemesi sonucu Türkiye’nin NATO’ya girmek zorunda kalması ile NATO’nun şartları gereği Demokrasiye ve çok partili hayata geçmek zorunda kalınca muhalefet partilerinin kurulmasına izin verilince Bediüzzaman çok partili hayatın siyasi olarak ırkçılığa, ideolojilere, menfaate alet edilmemesi ve dinin siyasete alet edilmemesi ve siyasilerin dış güçlere ve dışarıdan gelecek olan zararlı cereyanlara alet olmaması ve bilmeyerek ülkenin zararına çalışmamaları için onları ikaz etmek ve Kur’ân’ın siyasi ve içtimai sahaya bakan yönünü izah etmek için siyasete yeniden bakmaya başladı. Talebelerini de siyasilerin oyunlarına alet olmaktan korumaya çalıştı ve bu konuda mektuplar neşretti.
Ülkeler ve insanlar siyasetle idare edilirler. Bu gerçeği reddetmeyen Bediüzzaman siyaseti dine alet etmek, yani, dinin emirleri olan hürriyet, adalet ve insanlara hizmet etmeye yönelik çalışmaların ancak Hürriyetçi Demokratlar ve Hürriyetçi Demokrasi ile mümkün olduğunu izah etti ve Hürriyetçi Demokrat olan Demokrat Partiyi destekledi. Talebelerine de “Demokratlara nokta-i istinat olun!” emretti. Siyasete fiilen girmeden siyaseti dine hizmet ettirmenin bu şekilde mümkün olacağını anlattı.
Talebelerinin siyasilerin oyununa gelmemeleri ve haksızlıkta kullanılmamaları için “dini siyasete alet eden, siyaseti dinsizliğe alet eden, siyaseti ırkçılığa ve menfaate alet edenlerin tarafgir ve toplumu kutuplaştıran ve ötekileştiren siyasetlerinden “Şeytandan Allah’a sığındığınız gibi sığının ve uzak durun” emretti.
Ülkede hürriyet, adalet ve dine hizmetin ancak Demokrasi ile gerçekleşeceğini, demokratların ırkçı, tarafgir, ideolojik olmadığını ve olmaması gerektiğini anlatan mektuplar yazarak Başbakan Adnan Menderes’e ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a mektuplar gönderdi. Bediüzzaman mektuplarında demokratlara “İslam kardeşliğini tesis etmeleri, İslam ülkeleri ile dost olmaları, halka hizmet etmeleri, dine hizmet etmeleri, Risale-i Nuru serbest bırakmaları, ülkede anarşi ve terörü önlemek için “Suç işleyenindir” prensibi ile suçluyu cezalandırmaları; ama masumları suçlayarak suçu yaygın hale getirip zulmetmemeleri” konusunda ikazlarda bulundu. Bunları da Kur’an’ın siyasi ve içtimai dersleri olduğu için Kur’an namına bir görev bilerek yaptı.
Bediüzzaman ayrıca bu dönemde Eski Said’in içtimai ve siyasi dersleri olan “Hutbe-i Şamiye” “Divan-ı Harb-i Örfi” “Sünuhat” “Münazarat” gibi eserleri yeniden gözden geçirerek İman dersleri ile beraber neşrettirdi ve beraber okunmasını istedi. Tarihçe-i Hayatını yazdırarak hayatının bu üç devresini anlattı. Böylece Bediüzzaman hayatında hiçbir kırıklık olmadığı ve 1908’de neyi savunmuş ise 1930’da da 1950’de de 1960’da da savunduğunu “Tarihçe-i Hayatı” ile gösterdi ve ilan etti.
Bediüzzaman dini siyasete alet etmek, milli ve dini duyguları kullanarak siyaset yapan partilere kesin tavrını koydu ve bunların fikir babaları olan Eşref Edip ve Necip Fazıl için “Onlar bizim din kardeşlerimiz ve iman hizmetinde arkadaşlarımızdır; ancak siyaset noktasında değil” diye kesin tavrını ortaya koydu. Demokrat Parti’yi “Vatan, Kur’ân ve İslamiyet namına, dersler ve talebeleri ve bütün kuvveti ile destekledi” “Ehl-i dini o iktidar partisine yardıma davet etti.” (Emirdağ Lahikası, 423-424.)
Günümüzde de değişen bir şey yoktur. Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi “Bu vatanda dört parti vardır. İttihad-ı İslam, CHP, Millet Partisi ve DP” Bediüzzaman DP’ye destek olmuş, Nur Talebelerine de DP’ye destek olun buyurmuştur.