SİYASET
25.2.2024 10:37

Din ve Siyaset

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Din ve Siyaset

Din; ahlak, hukuk ve adalet prensiplerini vazeder. Bu prensipler umumun hakkıdır. Tahsis ve tahdit kabul etmez. Hiçbir şahıs, parti, zümre, fırka ve devlete mal edilemez. Hiç kimse din adına siyaset ve menfaat tutkusu içinde olarak dine hizmet iddiasında bulunamaz.

Giriş

“Taallümü siyaset, siyaset değildir. Teferruat insanı boğar. Yönetici teferruatla meşgul olmaz.”

Türkiye uzun yıllar, İslâmî hayatı tümüyle dışlayıp, dini vicdanlara hapsetmeye çalışan bir zihniyetin istibdadı altında yaşamak zorunda kaldı. Devlet ve siyaset lâiklik adına dini değerlerden tecrit edilmek istendi. Laiklik diye dinsizlik siyasete alet edilirken, dindarlar dini siyasete alet etmekle suçlandı.

Demokratikleşme süreci ile bu zihniyet tesirini kaybetmeye başladı. Milletin reyi ile iktidara gelen hürriyetçi kadrolar lâikliğe “Din ve vicdan hürriyetinin şemsiyesidir” diyerek demokratik bir yorum getirdiler. “Din kutsaldır siyasetin emrinde olmaz, siyasiler dinin emrettiği doğruluk, adalet, hürriyet ve meşveret gibi prensiplere hizmet etmektir” dediler ve zaman içinde buna uydular.

Demokratlar “Din siyaset üstüdür” diyerek hiç kimsenin inhisarında olmadığını, herkesin dini öğrenme, yaşama ve öğretme hakkını müdafaa ettiler. İnşallah, hürriyet ve demokrasinin inkişafı ile “hukukun üstünlüğü” prensibi ile siyaset dine daha geniş ve güzel şekilde hizmet edecektir. Neticede “Cumhuriyetçi Demokratik Hukuk Devleti” kemâliyle dine ve millete hizmet edecektir.

Siyaset Dinin Hizmetinde Olmalıdır

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası, ihyay-ı dinle olur, bu milletin ihyası” demektedir. Dinsiz bir hayat, ahlaksız, hukuksuz, adaletsiz bir hayat demektir. Laikler ve ateistler de ahlakî ve hukukî değerleri dinden almışlardır. Bunu kabul etmeseler de durum bundan ibarettir.

Din; ahlak, hukuk ve adalet prensiplerini vazeder. Bu prensipler umumun hakkıdır. Tahsis ve tahdit kabul etmez. Hiçbir şahıs, parti, zümre, fırka ve devlete mal edilemez. Hiç kimse din adına siyaset ve menfaat tutkusu içinde olarak dine hizmet iddiasında bulunamaz. Bu sebeple “Din hiçbir şekilde dünyaya ve siyasi amaçlara âlet ve tabî olamaz.”

Siyasetin amacı halka hizmettir. Siyasetin amacı ırkçılık yapmak, halka ideoloji dayatmak değildir. Siyaset topluma hizmet yerine toplumu ırklara böler, ideoloji dayatırsa toplumun huzur ve asayişini bozar. Bu da ülkenin istikrarını bozar ve iktisaden ülkeye zarar verir. Bu sebeple siyaset dinsizliğe, ırkçılığa ve ideolojiye alet edilmemelidir. “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” kutsi prensibi gereği ırk, din ve ideoloji farkı gözetmeden tüm halkına hizmet eder. İnsanlara “Birey” olarak bakar ve tüm bireylerin insan hak ve hürriyetlerini savunur. Tüm vatandaşlarının “Nerde bir vatandaşım varsa orada devleti vardır” diyebilmelidir.

Din adına bir parti kurulamayacağı gibi, bir partinin yöneticilerinin din adamlarından oluşması da o partiyi dini temsil eden bir parti konumuna getirmez. Zira siyaset ve bunu meslek edinen partiler dünyevîdir. İnsanların dünyevi ihtiyaçlarına cevap vermek ve hizmet etmek amacını takip ederler. Din ise uhrevîdir ve ahiret amacına hizmet eder. Dinde esas olan imana ve ibadete hizmettir.

Dinin amel-i salih kısmı olan ibadet, hukuk ve ahlak ise siyasetin kendisine hizmet edeceği temel prensiplerdir. Siyaset hukukta adaleti, topluma hizmeti ve eğitimde ahlaka ve ilme hizmet ederse bu durumda zaten dine hizmet etmiş olur. Bu sebeple din adamlarının kurduğu bir parti normal bir partidir. Diğer partilerden fazla mütedeyyin olma iddiasında olması “dini temsil etme” iddiasına haklılık kazandırmaz. Din temsilcisi de yapmaz. Böyle bir iddiayı meşru da kılmaz. Nefis, hırsa ve dünya sevgisi taşıyan, makam ve mevki, şan ve şöhret peşinde olan insanların kendilerini dindar göstererek toplumdan oy talebinde bulunması din gibi kutsal değerleri siyasetin ve menfaatin aracı haline getirir. Bu da dine zarar verir. Zira onların yaptığı yanlış icraatlar dine mal edilir.

Din Adamı ve Siyaset

Din adamı siyasetle uğraşmamalıdır. Uğraşırsa siyasetçi olur, din adamı olamaz. Camide ise asla siyaset yapamaz. Zira din umumum mukaddes malıdır, kimse temlik edemez ve camiye de her nevi siyasi düşüncede olan gelir, Rabbine ibadet eder. Bir din adamı cübbeyi ve sarığı bırakıp siyasete girecek olsa başarılı olamaz.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Gerçek dindar tam siyasetçi olamaz; tam siyasetçi de gerçek dindar olamaz” buyurmuşlardır. Aynı şekilde ilim adamından da tam siyasetçi olamaz. Siyasi faaliyetler ilmî çalışmalara, takvaya ve ihlasa manidir. En azından bir siyaset adamı halkın teveccühünü ister, bu ise halklara riyakarlık yapmayı ve halkın kendisine teveccüh göstermesini ister. Bu ise ihlasa manidir.

Ayrıca tam siyasetçi olan gerçekten adaleti de sağlayamaz. Zira siyasetin tabiatında olan tarafgirliği elinden bırakamaz. Kendisi bıraksa partililer ona bıraktırmazlar. Çünkü, siyasetin mantığında kendisine oy vererek iktidara getiren parti üyeleri liyakatsiz de olsalar kendilerine imtiyaz tanınmasını bekler ve isterler.

Siyasetin amacı dünyevî menfaattir, bu sebeple dini dünya menfaati amacına kullanmak dinen de yasaklanmıştır. Peygamberimiz (asm) “Din ile dünyayı talep edenlere yazıklar olsun!” buyurmuştur. Selef-i Salihin devlet adamlarına yakın olmak istemezlerdi. Onlar “Din ve ilim adamının kötüsü idarecilerin kapısına gidendir, idarecilerin iyisi de ilim adamlarının kapısına gelenlerdir” derlerdi.

Siyasette Ölçü

İlim adamının yöneticilere yakınlığı kişinin ateşe yakınlığı gibi olmalıdır. Ateş lazımdır, ondan istifade edilir, ancak çok yaklaşırsanız sizi yakar. Bu sebeple yöneticilerden istifade ateşten istifade gibi olmalıdır.

Siyaset ne dine ve ne de dinsizliğe alet edilmediği gibi, ırkçılık üzerine ve topluma ideoloji dayatma şeklinde de olmamalıdır. Bunların hepsi sonuçta hak ve hürriyetlerin kısıtlanmasına ve istibdada götürür. Siyasette doğru duruş “hürriyetçi demokrat” olmaktır. Zira hürriyetçi demokrat bir anlayış bütün dinlere, fikirlere ve ırklara eşit mesafede olur. Onların hak ve hürriyetlerini korur. İnsanlara inançlarına, fikir ve düşüncelerine ve ırklarına bakmaz, her vatandaşı “insan” ve “birey” olarak görür. Vatandaşlar yasalar karşısında eşit oldukları gibi hizmet alma konusunda da eşittirler.

Siyaset kişilere göre yapılmaz, ülke çıkarlarına hizmet eder. Ülkenin çıkarı tüm vatandaşların faydasınadır.

Risale-i Nur Talebelerinin Siyasi Görüşü

Risale-i Nur Talebeleri Üstatları Bediüzzaman Said Nursi hazretleri gibi “Hürriyetçi ve Cumhuriyetçi ve Demokrattırlar.” Vatanda uhuvvet ve muhabbetin ancak hürriyet içinde demokratik metotlarla sağlanacağına inanırlar. Fiilen siyasete karışmazlar, “Hürriyetçi Demokratları” desteklerler. Ülke yönetimine talip olmazlar. Devlet kadrolarının liyakat esasına göre şekillenmesini isterler.

Nur talebelerinin siyasi görüşlerini Risale-i Nurlardaki siyasi ve içtimai ölçüler belirler. Siyasetin demokratik kurallarla parlamenter sistem içinde siyasi partilerin eşit şartlarda seçimi ile şekillenmesini isterler. Millet meclisinde temsilde adaletin sağlanmasını talep ederler. Muhalefete meşru bir muvazene-i adalet unsuru olarak görürler. “Bir rejimi demokratik yapan hür muhalefetin bulunmasıdır” derler.

Nur Talebeleri din adına siyasetin yapılmasına ve dinin siyasete karıştırılmasına şiddetle karşı çıkarlar. “Siyasetçi dindar olabilir, ancak dini siyasetin malzemesi yapmaz. Dinin ‘Kavmin efendisi ona hizmet edendir’ kutsi prensibi gereği halkın ihtiyaçlarına hizmet etme olarak görürler. Siyasetin ülkeye hizmet üreten bir kurum olması için çalışırlar.

Nur Talebeleri Hürriyetçi Demokrasinin İslamî bir yönetim sistemi olduğunu söylerler. Maalesef tarikatlar ve islâmî cemaat olduğunu iddia eden gruplar bunu bir türlü anlamak istemiyorlar. Kafalarında hep tek kişiye bağlı, otoriter, buyurgan ve baskıcı bir yönetimin İslamî olduğunu iddia etmektedirler ve bu konuda II. Abdulhamid’in istibdad yönetimini “İslamî Hilafet Yönetimi” olduğunu savunurlar. II. Abdulhamid’i yüceltmelerinin ve kendisine kutsiyet vermelerinin sebebi budur. Halbuki Cezayir İslamî Selâmet Cephesi lideri Enver Haddam “Kur’ân Anayasa değildir. Yönetimde İslâmî değerler demokrasidir veya demokratik değerler İslamîdir” demektedir.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri özellikle “Divan-ı Harb-i Örfi” müdafaasında ve “Münazarat” isimli eserinde siyasi hakimiyetin toplum tarafından geçici olarak seçimle yöneticilere verildiğini ve gerçek hakimiyetin millete ait olduğunu müteaddit yerlerde açıkça ifade etmektedir. “Meşrutiyette hakimiyet milletindir; siz de hâkim oldunuz” (Münazarat, 15.) buyurur. Osmanlı dönemindeki meşrutiyet günümüzdeki demokratik parlamenter, partili sistemdir. Günümüz demokrasisi meşrutiyetin gelişmiş şeklidir. Demokrasiyi ise demokratlar getirir. Bu sebeple Bediüzzaman demokratları desteklemiş ve Nur Talebelerinde “Demokratlara nokta-i istinat olun” onları destekleyin emretmiştir.

Siyasette iki yönetim şekli vardır, ya buyurgan, baskıcı istibdadla halkı yönetirsiniz veya hürriyetçi bir anlayışla yönetirsiniz. İslamiyet “Kavim efendisi ona hizmet edendir” prensibini vazederek her nevi baskıyı ve istibdadı ortadan kaldırmış ve insanları şahane hür bir şekilde yönetme sistemini getirmiştir. Asr-ı Saadette “Hulefa-i Raşidin” yönetimi bunun en büyük delilidir.

Risale-i Nur Talebelerinin siyasi görüşü budur.

Osmanlıdan Günümüze Hürriyetçi Demokratlar

Osmanlıda ilk hürriyetçi demokrasi hareketi “Ahrar-ı Osmânî Fırkası” ile başlar. 1865’de Avrupa’ya giden hamiyetli Türkler İstanbul’a geldikleri zaman Batı’nın hürriyetçi fikirlerini de beraberinde getirmişler ve hürriyetin İslâmî bir değer olup, Hulefa-i Raşidin’in yönetimi olduğunu, hilafetin saltanata dönüşmesinden sonra ısırıcı, baskıcı bir sisteme dönüştüğünü, seçim ve liyakat yerine babadan oğula geçen bir saltanata dönüştüğünü dile getirerek hürriyeti savunmayan başlamışlardır. Onlara bu faaliyetlerinden ve hürriyetçi fikirlerinden dolayı “Ahrarlar” ve “Yeni Osmanlılar” denilmiştir. Batılılar onlara “Jön Türkler” adını vermiştir.

Osmanlı Ahrarları’nın başında Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Agah Efendi, Ebuzziya Tevfik ve Ali Suavî gibi önemli şahsiyetler vardır. Bu değerli zevat I. Meşrutiyet’in hazırlığı olan “Kanun-i Esasi”nin yapılmasında ve parlamenter sisteme geçilmesinde büyük gayretler göstermişlerdir.

Abdulhamid’in “Meclis-i Mebusanı” askıya alarak “Yıldız Siyaseti” adı verilen tek başına Yıldız Sarayından Osmanlı ülkesini yönetmesi ve bu sisteme karşı çıkan Ahrarları sürgüne göndermesi ve zindanlara atması sebebiyle Ahrarlar Avrupa’ya, Paris’e ve Londra’ya gitmek zorunda kalmış ve faaliyetlerine buradan devam etmiş, çeşitli gazete ve dergilerle faaliyetlerini duyurmuşlar ve büyük bir destek görmüşlerdir. Daha sonra “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adı altında teşkilatlanmışlar ve 1902’de Paris’te ilk kongrelerini yapmışlardır. Bu kongrede “Hürriyetçiler” ile “Devletçiler” olarak ikiye ayrılmışlardır.

Hürriyetçi kanadının lideri olan Prens Sabahattin liderliğinde “Ahrar-ı Osmaniye” yani “Osmanlı Ahrar Fırkası” adı altında 14 Eylül 1908’de İstanbul’da kurulmuş ve 1910’da kapanmıştır. Çünkü İttihat ve Terakkî’nin Selanik kolu 1909’da 31 Mart Hadisesinden sonra Selanik’ten İstanbul’a gelen “Harekât Ordusu” yönetime el koyarak saltanatı Selaniklilere teslim etmiştir. Onlar da kendilerine en fazla rakip gördükleri Ahrarları 31 Mart Olayının failleri ile beraber suçlayıp yargılamış, bir kısmını idam etmiştir. Diğerleri de başta Prens Sabahattin olarak yurt dışına kaçarak idam edilmekten kurtulmuşlardır. Çünkü Ahrarlar hürriyetçiliğin verdiği anlayışla “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” ile müttefik idiler. Ama ne var ki gazeteci Derviş Vahdetî bu cemiyeti siyaset alet ederek halkı kışkırttığı ve 31 Mart olayına sebebbiyet verenlerin başını çekmiştir. Başta Bediüzzaman olmak üzere bir kısım ulema İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”ni siyasetten uzak tutmaya çalışmış ve Derviş Vahdeti’yi şiddetle ikaz etmişlerdi. 31 Mart Olayının çok boyutlu sebepleri olmakla beraber İttihatçılar bu olayı fırsat olarak görüp özellikle kendilerine rakip olan Ahrarları tasfiye için bu olayı ve Yargı mekanizmasını oldukça siyasi amaçlarına alet etmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursi hürriyetçi olduğu için Ahrarları desteklemiş, İttihat ve Terakkî’yi istibdada yöneldikleri için, İttihad-ı Muhammedî Cemiyetini de dini siyasete alet ettikleri için eleştirmiştir. Osmanlı Ahrar Fırkasının kapanmasından sonra Bediüzzaman da siyaseti bir derece terk etmiştir. Ondan sonra kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkasından hiç bahsetmez. Ta ki 1946’da Demokrat Parti kurulunca Bediüzzaman talebelerine şöyle buyurdu:

Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da “Bırakınız!” diyordum Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım, gördüm ki: Bizi bu üç-dört mahkemede “Dini siyasete âlet ediyor” diye itham edenler kendileri dessasane dini tezyif etmek için kendileri sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddat, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetim içinde, hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedi (asm) Cemiyeti ile, İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muârız ve mânen bizimle, yani İttihad-ı Muhammedî ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeâir-i İslâmiyenin başında olan ezan-ı Muhammedî’yi farmasonların zincirlerini kırıp ilân etmesiyle; siyasetten kat’ı alâka eden, eskide “İttihad-ı Muhammedi” şimdi “Nurcular” nâmını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risâle-i Nur benim bedelime konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim. (Beyânât ve Tenvirler, s. 305.)

Bediüzzaman bir başka mektubunda şöyle der: “Eski tahribatı tamirata başlayan hakikî vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakiyetine çok duâ ediyorum. İnşâallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar." (Emirdağ Lâhikası, s. 519.)

Risale-i Nur Talebeleri de Bediüzzaman’ın vefatından sonra Ahrar ve Demokratların devamı olan siyasi çizgiden hiç kopmadılar. Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi ve günümüzde de Demokrat Parti’yi desteklemeye devam etmektedirler.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol