Terğib ve terhibde, yani insanları sevaplı olan ibadetlere teşvik ve günahlardan sakındırmada şeriatın ölçülerini korumak ve dışına çıkmamak gerekir. Şeriat ise ölçü olarak “Farz, vacip, sünnet, mekruh, mubah ve haram” ölçülerini koymuştur. Bu ölçüleri teşvik ve sakındırma için aşmak şeriatın muvazenesini bozmaktır.
Soru: Muhakemat’ın 7. Mukaddemesi’nde Üstad “gıybeti katle müsavi veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutma”yı “muvazenesiz sözler” olarak nitelendiriyor. Diğer taraftan ise 24. Söz’ün, 3. Dal’ının, 10. Asıl’ında bu hadislerin tevilini yapıyor. Muhakemat’ta geçen “muvazenesiz sözler” ifadesini nasıl anlamak gerekiyor? Üstad’ın iki farklı yaklaşımının nedeni neden kaynaklanmaktadır?
Cevap: Üstadın bu iki açıklaması arasında bir çelişki, bir zıtlık söz konusu değildir.
Muhakemat’ta Üstad “Mübalağanın nasıl ihtilale sebebiyet verdiğini anlatmaktadır. Burada geçen mübalağa dünyaya ait olan hususları içine almaktadır. Mübalağa ile amellerin dünyaya ait neticeleri çok azim zararları tevlit ederek toplumda fesada ve ifsada, ihtilal ve karışıklara sebep olurken ahirete ait amellerde ise azim mükâfat ve güzel uhrevi sonuçlara sebep olmaktadır. Dünyanın halleri ahiret ve cennet ile kıyaslanamaz. Dünyevi ceza ve mükâfat da ahiret ile asla kıyas edilemez. Şeriatın dünyaya bakan yönü vardır; ahirete bakan yönü vardır.
Mesela bazen olur ki bir gıybet dünyada katli netice verecek derecede fesada ve ifsada sebep olabilmektedir. Peygamberimizin (sav) bir hasidinde bu husus nazara verilmiştir. Ancak bu her zaman değildir. Dolayısıyla bu nevi gıybet katle müsavi günaha sebep olmaktadır. Ancak katl kesin haramdır. Gıybet ise katl derecesinde bir günah değildir. Daimi olarak gıybeti katle müsavi göstermek, toplumda devamlı küçük günah olarak işlenen gıybetin günahını büyütmekten ziyade halk nazarında katli gıybet derecesinde basit bir günaha indirir. Burada ölçü gıybet gibi küçük bir günahı katl gibi “ekberu’l-kebâir” bir günah ile kıyas etmektir. Bu kıyas şeriatın ölçüsüne aykırıdır.
Ayakta bevletmek mekruhtur. Duruma göre de mekruh da değil, caizdir. Zina ise “ekberu’l-kebâir” bir günahtır. Ayakta bevletmekten insanları sakındıracağım diye bevlin mekruh olan günahını zinaya kıyas etmek her zaman mümkün olmayan ayakta bevletmekten insanları sakındırmak yerine toplumda zinanın günahını küçülterek önemsiz bir günah derecesine indirir. Bu da şeriatın muvazenesini bozar. Zinayı mekruh derecesine indirir. Bu da dünyada pak çok fesadı netice verir. Bu mübalağa zihinlerde ihtilale sebebiyet verir.
Terğib ve terhibde, yani insanları sevaplı olan ibadetlere teşvik ve günahlardan sakındırmada şeriatın ölçülerini korumak ve dışına çıkmamak gerekir. Şeriat ise ölçü olarak “Farz, vacip, sünnet, mekruh, mubah ve haram” ölçülerini koymuştur. Bu ölçüleri teşvik ve sakındırma için aşmak şeriatın muvazenesini bozmaktır. Yüce Allah’ın koyduğu ölçüyü beğenmemektir. Hâlbuki Allah her şeyin en güzelini yapmış ve yaratmıştır. “Kâinatta daha mükemmeli olmadığı” gibi şeraitte de daha mükemmeli yoktur.
Farz: Allah’ın Kur’an-ı Kerimde kesin olarak emrettiği ve bu konuda hem lafız, hem mana yönü ile Kur’anın delalet ettiği hususlardır. Cuma ve beş vakit namaz gibi. Farzın terki haramdır.
Vâcip: Kur’an-ı kerimde lafzen ifade edildiği halde manası tam delalet etmeyen hususlardır. Mesela: “Kurban kes, namaz kıl” ayetinde hangi namaz kastedildiği kesin olmadığı için bayram namazı farz değil, vaciptir. Kurbanın da hangi kurban olduğu ve zamanı tam kastedilmediği için kurban şartları uyana vaciptir. Vacibin terki büyük günahtır; ama haram değildir.
Sünnet: Peygamberimizin emrettiği, uyguladığı ve din âlimlerinin ibadet olarak ele aldığı hususlardır. Yoksa peygamberimizin (sav) her yaptığı şey değildir. Bunların da dereceleri vardır. Her biri bir ölçüdür. Sünneti işlemek fazilet ve sevaptır; terk etmek ise günah değildir.
Mekruh: Peygamberin sünnetine aykırı olan hususlardır. Sünnet ibadet ve edep ölçülerini belirlemiştir. Edebe aykırı ve ibadete engel her şey elbette mekruhtur. Bu da harama vesile olduğu zaman “Harama yakın mekruh olur.” Din bilginleri olan fakihler bu hususları en güzel şekilde ortaya koymuşlardır. Mekruh dinen hoş karşılanmayan ve İslam adabına uymayan ve sünnete engel olan hususlardır.
Mübah: Beşeriyet itibarı ile yapmakta mahzur olmayan hususlardır. Ancak bunları da peygamberin sünnetine uyarak yapmaya çalışılırsa ibadet olur. Yeme, içme ve uyuma adabına riayet etmek gibi. Şeraitte adab demek sünnet demektir.
Haram: Allah’ın kesin olarak yasakladığı, Kur’an-ı Kerimde hem lâfzen, hem mana olarak delalet eden hususlardır. İçki, kumar, katl, zina vb. yasaklar gibi. Haramı terk etmek farz, işlemek azabı ve ikabı netice veren büyük günahtır.
Şimdi, Mübah ile sünneti, mekruh ile haramı, farz ile vacibi karıştırmak şeriatın muvazenesini bozmak ve ölçüsünü kaçırmak olur. Sıkıntı işte buradan çıkar. Mesela tesettür farz, çarşaf mubahtır veya sünnettir. Sünneti farz yerine koymak olur mu? Sakal sünnettir. Sünnet ise yapılsa sevabı olan; ama terk edilse günahı olmayan bir ibadettir. Bunu İslamiyet ile eşdeğer görmek ne derece şeriatın muvazenesini bozduğunu göstermektedir.
Üstad şeriatın bu ölçülerine uymayan ve ölçüyü kaçıranları “Ulema-i Sû” olarak nitelemektedir. (Muhakemat, 38.) “Ulema-i Su”nun tarifini ise İslam muhakkikleri suyun önünü tıkayan taşa benzetirler. O taş ne su içer ne de başkasının sudan istifade ettirir. Sadece önünü tıkar.
**
Gelelim üstadın 24. Sözün 10. Aslındaki uhrevi sevap bakımından ortaya koyduğu ölçü ve izahlara:
Toplumda harika fertler bulunduğu ve milletinin medar-ı fahrı oldukları ve o millet o fert ile tanındığı ve o fert de milletinin o yönünü temsil ettiği gibi, öyle zamanlar, mekânlar ve durumlar vardır ki bir dakikası bin, bir anı binler faydaları, meyveleri ve sevapları netice verebilir. Bu sevap ve fayda ahirete baktığı ve ahirette sümbül verdiği için ahiretin ölçülerine göre değerlendirmek lazımdır. Ahiretin bir dakikası ve bir sevabı tüm dünyadan da daha değerlidir. Bir insanın fani dünyada ülkesi olacağına ahirette bir ağacı olsa daha önemlidir. Çünkü dünya fani, ahiret ise bakidir. Ahirette o baki ağaçtan insan ebedi olarak istifade edecektir. Bu durumda “kabul edilmiş iki rekât namaz, kabul şartlarını tam olarak taşımayan hacdan daha sevaplı olmaz mı?” Elbette olur. Burada namazı hacca kıyaslamak değil, belki, bir kabul olmuş namazın ahiretteki neticesi ile kabul şartlarını taşımayan bir haccın dünyadaki sevabına denk olmadığını izah etmek içindir.
Bunun gibi mesela “Kâbe’de hac mevsiminde kılınan iki rekât namaz sair yerlerde kılınan bin rekât namazdan efdal” olduğu peygamberimizin (sav) hadisleri ile sabittir. Burada hacca teşvik olduğu gibi, kabede boş durmak yerine namaz kılmaya da teşvik vardır. Ayrıca mekân ve zamanında rolü nazara verilmektedir. Her zaman vaki değildir. Cuma gecesi ve kadir gecesi gibi gecelerden okunan bir yasinin on hatim sevabına denk sevabının olması da bunun gibidir.
Yine bazı gıybetler vardır ki büyük fitneleri netice verebilir. Büyük bir fitne ve pek çok kıtalleri netice veren düşmanlıklar bazen olur ki bir gıybet ile başlayabilir. Bu gıybetin günahını katl ile kıyas etmek ve devamlı öyle gibi göstermek değildir. Zaman, mekân ve şartlar ile kıyaslamaktır.
Sonuç olarak Üstad: “Şu âlemin mikyası ile âlem-i ebedinin şeyleri tartılmaz. Buranın en büyüğü oranın en küçüğüne muvazi gelemez. Sevâb-ı amâl o âleme baktığı için dünyevî nazarımız ona dar geliyor” (Sözler, 313.) diyerek meselenin uhrevi yönünü nazara verir.