Bediüzzaman “Hayat ittihat ve tesanüdün neticesidir. İmtizaçkârâne ittihat gittiği zaman manevi hayat da gider. Cemaatin tadı kaçar” buyurur.İttifak imtizaç-ı efkardır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. Telefonu her gün şarj etmezseniz iletişim kuramazsınız. Kopukluk yaşanır.
Hayat Vahdet ve İttihadın Neticesidir
Bediüzzaman “Hayat ittihat ve tesanüdün neticesidir. İmtizaçkârâne ittihat gittiği zaman manevi hayat da gider. Cemaatin tadı kaçar” buyurur.
İttifak imtizaç-ı efkardır. İttifak hüdadadır, heva ve heveste değil. Telefonu her gün şarj etmezseniz iletişim kuramazsınız. Kopukluk yaşanır.
“Cemaatte vahd-i sahih olmazsa cem ve zam kesir darbı gibi küçültür. Bozuk olur, kıymetsiz olur.”
Bediüzzaman hazretleri “yanlışlık tatbik-i nazariyat ve muktezay-ı hali bilmemekten çıkar” buyurur.
“Cemaatin hizmetini şahıslara vermek ihtilallere ve isyanlara sebeptir. Taksimu’l meşârib, kabiliyet ve istidatlara göre işler taksim edilmelidir. Aksi tedenniye sebeptir. Taksimu’l-a’mâl, adamlara iş değil, işe adamlar intihap etmektir. Selef bunu yaptığı için başarılı oldu. Terk ettik tedenni ettik.” (Kızıl İ’caz)
İslamiyet Uhuvvet ve Muhabbeti Emreder
Bediüzzaman “Muhabbet, uhuvvet, sevmek İslamiyetin mizacıdır, rabıtasıdır” der. Muhabbet ve merhametin olduğu yerde ayrılık olmaz. Hizmet edene hizmet etmek de hizmettir.
Üstad “Cenab-ı Hak bu hizmeti dünyaya hâkim kılacak; siz tesanüdünüzü ve uhuvvetinizi muhafaza etmeye bakın” buyururdu.
Hizmet ancak Allah korkusu ile Allah rızası için yapılırsa makbul olur. Bediüzzaman Nur talebelerini “İhlas, sadakat ve tesanüt sıfatlarını haiz bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar az da olsalar manen bir ordu kadar kıymetli ve kuvvetlidirler” şeklinde tarif eder.
Bu uhuvvet, fenafilihvan şeklinde Risalelerde kâmil ifadesini bulur: “Mesleğimiz halîliye olduğu için, meşrebimiz hıllettir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’l-esası, samimî ihlâstır. Samimî ihlâsı kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada tutunacak yer bulamaz” (21. Lem’a)
Risale-i Nurun Meslek ve Meşrebini Korumak Vazifemizdir
Zübeyir Ağabey “Üstadımın mesleğini sana çiğnetmeyeceğim!” diye Said Özdemir’e sert çıkmıştır. Mehmet Kutlular ağabey “Zübeyir ağabey fenâ fi’l Üstad, fenâ fi’l-hizmet ve fena fi’r-Risaledir” demiş ve onun mesleğini 47 sene devam ettirmiştir.
İzzet-i İslamiye, Hamiyet-i İslamiye ve Hamiyet-i Milliye hisleri ile dolu olmalıyız. İslamiyeti mahbub ve ulvî göstermek vazifemizdir.
Ahir Zaman Mehdi Deccal ve Süfyan Mücadelesi Dönemidir
Peygamberimiz (asm) “Kim Deccal’a uyarsa geçmiş ameli fayda vermez. Kim onu yalanlarsa geçmiş günahlarından muaheze edilmez.” (Müsned-i Ahmed, 5:16.) Evvelâ bu mesleğin özünde hak ve hakikat vardır. İkincisi, uhuvvettir. Hak ve hakikat, uçsuz bucaksız bir Nur deryasıdır. Risale-i Nurda iki binden ziyade bu hak ve hakikat kelimeleri geçmektedir.
Zübeyir Gündüzalp ağabey Konya’ya gelir ve orada bir müddet kalır. Halil Uslu abimiz o zaman Lise’de talebedir. Ona Risale-i Nurları okutmak için onun top oynadığı yerlere gider. Maçtan sonra kendisine Risale okur. Bu şekilde onun imanının kurtulmasına ve Risale-i Nurları okumasına vesile olur.
Ona şöyle der: “Bir Üniversitede üç öğrenciye imanî, içtimâî ve siyasi manada tam yetiştirirsen o üniversiteyi etkilersin. Yoksa tüm faaliyetlerin boşa gider Halil kardeş… Nur Talebesi hem iman konusunda hem siyasi ve içtimai konularda dersini Risale-i Nurdan almalıdır.” İman dersini Risale-i Nurdan siyasi dersini başka yerden alan nurcu olamaz.
Yapmamız Gerekenler:
Üstad Tarihçe-i Hayatta Nur Talebelerine şöyle vazife verir: “En modern neşir vasıtasıyla hem Anadolu’ya hem âlem-i İslâm’a ve insaniyete duyurulmasının temini…” (Tarihçe-i Hayat, 2013, s.935.)
Risale-i Nurdaki mesajları veren “Kısa Videolar, Tanıtım Reklamları, Kısa Filmler, (2-3 dakikalık) Profesyonel Dersler, Risale-i Nurlara ve Bediüzzaman’a hücumlara cevaplar, Siyasilere ve topluma siyasi mesajlar, Paneller, Sahasında uzman olanlarla Sorulu Cevaplı Röportajlar, Siyasi ve İçtimai Sohbetler, Gündemle ilgili Risale-i Nurların mesajını veren yorumlar ve Demokratlara Nokta-i istinat olacak şekilde yayınlar yapılmalıdır.
Neden Hizmet Edemiyoruz?
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Daru’l-Hikmetü’l-İslamiye” azalığına tayin edilmişti. Burada Din-i Mübîn-i İslam’ın korunması, iman, ibadet ve ahlaka dair neşriyatın yapılması ve ecnebilerin İslam’a olan hücumlarına cevap verilmesi gibi önemli hizmetler yapılmaktaydı. Ancak bütün çabalara rağmen ahlak yozlaşmaya devam etti. İngilizlerin İstanbul’u işgali ile özellikle İngilizler ahlaksızlığı daha fazla tervice yönelik neşriyat yaptılar ve faaliyetler sergilediler.
Bediüzzaman’a “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye neden hizmet edemedi?” diye soruldu. Bediüzzaman buna cevaben “En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü, buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük: Mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetvâ verdirildi... İşte Dârü’l-Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mâni olan ecnebî kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci ediyordu.
İkinci derecede sebep: Dârü’l-Hikmet eczaları, kabil-i imtizac, belki de ihtilât değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. Ene’ler kavîdir, delinmedi ki, bir “nahnü” olsun. Ben, biz olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi. Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Mâneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir. Teavün düsturu bunun tamamen aksidir. Maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Mâneviyatta ise, eseri hârikulâde derecesine is’âd eder.
Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner. Ehakkı aramakla bazan hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında, bâtılın vücuduna bir nev’i müsamaha var. Yani, bazan hasen, ahsenden ahsendir.” (ESDE, Tuluât, s.356.) şeklinde cevap vermiştir.
Teşarük ve Tesanüt Farkı
Teşarük “şirket” kelimesinden türediği için “ortaklık” anlamına gelir. Ortaklar arasında tam bir kaynaşma ve imtizaç olmaz. Her ortak kendi sermayesi kadar kardan pay alır ve kendi hissesini ortaklık için feda etmez. Kendi hissesini korumaya ve artırmaya çalışır. Ortaklığın maddi ve manevi yönü vardır. Maddi olarak ortaklık güzeldir, sermaye birikimi olur ve kârın artmasına sebep olur. Teşrik-i mesai ve taksimu’l-a’mal ile üretim ve kalite artar.
Manevi yönden ise durum tersine işler. Ortaya çıkan manevi hizmetlere herkes kendi namına sahiplendiği ve kendi hizmetinin eseri ve sonucu olduğunu iddia etmeye başlar. Bu da cemaatin tüm fertlerinin katkılarıyla ortaya çıkan hizmetin birilerinin hizmeti olduğu iddiası ile birilerine tevzi edildiği zaman, bir ordunun zaferinin sadece baştaki kumandana verilmesi gibi diğerlerine haksızlık olur. Bu ise “cemaat” ruhunu zedeler ve ihlası kaybeder. Cemaatin birlik ve dirliğini bozar.
Bu sebeple manevi hizmetlerde teşarük kuralı değil, tesanüt ve teavün esas olmalıdır. Zira “teavün” teşarükün aksine hizmetler fertlere verilmez, başarılar cemaate verilir, başarısızlıklar fertlere ve reislere verilir. Şahsiyetçilik ve benlik duygusu değil, gönüllülük ve tevazu ile hizmeti ve başarıyı paylaşma vardır. Böylece yapılan hizmet ve başarı cemaat fertlerine taksim edilerek cemaatin efradı kadar çoğalır. Bir lambayı yakmak için biri gazyağı, biri fitil, biri şişe, biri kibrit getirir, lambayı beraber yakarlar. Sonra o lambanın ışığından hep beraber istifade ederler. Herkesin elinde bir ayna bulunsa lamba oda ile beraber her birinin aynasına yansır. Teavün prensibi bu şekilde maneviyatta eseri azimleştirir.
Bediüzzaman hazretleri “Dârü'l-Hikmet eczaları, kabil-i imtizac, belki de ihtilât değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. Ene'ler kavîdir, delinmedi ki, bir 'nahnü' olsun. Ben, biz olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi. Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir. Teavün düsturu bunun tamamen aksidir. Maddiyatta cemaate nispeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nispeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise, eseri harikulâde derecesine is’âd eder” buyurarak bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Daru’l-Hikmette her bir ilim adamı, her bir üye kendi branşında, kendi mizacına ve meşrebine göre hareket etmekteydi. Diğer üyeler ile aralarında bir yardımlaşma ve aynı meselede bir dayanışma söz konusu olmuyordu. Halbuki sağlıklı ve etkili bir manevi eserin meydana gelmesi ve bir hizmetin ortaya çıkması için ilmi heyetin bir vücudun azaları gibi biri birleri ile yardımlaşma ve dayanışma içinde olması gerekir. Üstad Hazretleri bu hakikati Dârü'l-Hikmet'te tam manası ile göremediği için nasıl olması gerektiğini tarif ediyor. Her meziyet sahibi kendi meziyetini manevi eserde gösterirse onda harmanlarsa, yani teavün ve tesanüt ile hareket ederse, harikulade ve etkili eserler ve güzel hizmetler ortaya çıkar.
Bediüzzaman hazretleri manevi hizmetlerde teavünü ve tesanüdü esas alarak ortaya çıkan büyük hizmetleri “İştirak-i a’mal-i uhrevi” kavramı ile izah eder. Bu hizmetler “teşarük” kaidesine göre değil, “teavün” kuralına göre yapılmalıdır. Böylece fertlerin tevazu ile tesanüdünden hasıl olan ihlaslı ve samimi büyük hizmetler ortaya çıkar. Bediüzzaman bunu da “İhlas Risalesinde” şöyle izah eder: “Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur'ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.” (Lem’alar, İhlas Risalesi, s.276.)
Bu ifadeye göre, iman ve Kur’ân hizmetinde çalışan cemaat birbiri ile imtizaç eden sudan meydana gelen bir havuz gibidir. Benlik duygusunu terk etmiş her bir fert ise bu havuzun içindeki suyu meydana getirmiştir. Cemaat ruhu enaniyeti ve benliği kaldırmaz. Cemaate tabi olan birisi benliğini ve enaniyetini cemaat potasında eritmesi gerekir. Eğer eritemez ise namazını tek kılan kişinin cemaat sevabından mahrum kalması gibi, o da şahs-ı manevinin feyzinden ve sevabından mahrum kalır. Muhalefet yolunu tutarsa ihlası kaybeder ve cemaatin intizamına zarar verir. Bu yüzden, cemaat ile benlik birbirine zıttır.
Faydalı Hizmetlerin Hayatı İhlas İledir
Bediüzzaman daha sonra Müslümanların aralarındaki ihtilaf sebeplerini “İhlasın yokluğuna” ve dinin dünyaya alet edilmesine bağlar ve “İhlas Risalesi”ni telif eder. İhlası kazandıran hususları nazara verir, ihlası kıran manileri ortaya koyar. Bunların içinde dikkati en fazla çeken hususu şöyle ifade eder:
“Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır. Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem “Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin.” (Bakara Sûresi, 2:41.) âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.
Meşveret Nasıl Yapılmalıdır?
Tesanüt ve teşarükün faydalı ve sağlıklı hizmetler üretebilmesinin şartı “Meşveret” ile hareket etmesine bağlıdır. Bu sebeple Bediüzzaman meşveret ve şuraya çok değer vermektedir. Bu konunun önemini şöyle dile getirir:
Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?
El-cevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.
Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.” (ESDE, Hutbe-i Şamiye, s.356.) buyurur.
Bediüzzaman burada “Haklı Şura” ve “Şûrâ-i Şer’î” tabirlerini kullanıyor. Yani Allah rızasına uygun, Allah korkusu ve Allah’a hesap verme duygusu ile hakkı bulmak ve hakkı ve hukuku korumak ve dinsizlikle, ehl-i dalalet ile mücadele etmek amacı ile meşveret yapılmalı ve o meşveretten ihtilaf değil, ittifak ve tesanüt ortaya çıkmalıdır. Birilerini dışlamak ve hizmet dışına atmak için meşveret yapılmaz. Yapılırsa o meşveret şer’î meşveret olmaz.
Malum Meşveret de Namaz ve Oruç gibi ibadettir. Namazın ve Orucun şartları ve farzları olduğu gibi namazı bozan ve orucu bozan hususlar da vardır. Meşveretin de şartlarına uygun yapılmadığı ve meşvereti incitir ve bozar. Oradan hizmet üretilmez. Bediüzzaman bunu şöyle ifade eder:
"O biçareler, 'Kalbimiz Üstad'la beraberdir.' fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki, ehl-i ilhâdın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın 'Kalbim sâfidir, Üstadımın mesleğine sadıktır.' demesi bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor, hades vuku buluyor. Ona 'Namazın bozuldu.' denildiği vakit, o diyor: 'Neden namazım bozulsun? Kalbim sâfidir.'"(Mektubat, 29. Mektup, 6. Risale Olan 6. Kısım, s.587.)