DİN
29.11.2023 11:43

Ehl-i Hak Ehl-i Sünnet

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Ehl-i Hak Ehl-i Sünnet

Hakkı müdafaa eden kişi tek başına da olsa haklı olduğu için hem galiptir hem cemaattir. Hakkı inkâr eden veya hakkı haksızlıkta kullananlar da tüm insanlar da olsa ne cemaattir ve ne de galiptir; ancak hak karşısında mağluptur. Çokluk hakkı iptal edemez ve çoğunluk olduğu için haklı olmazlar.

Giriş

Peygamberimiz (asm) hak ve hakikatin temsilcisi ve insanlığa Cenab-ı Hakkın elçisidir. Lisanından çıkan her şey hak ve hakikattir. Bunun için tek başına bütün insanlığa hakikat dersini vermiştir. Bunun için yüce Allah kendisini “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” (Acluni, Keşfu’l-Haf, 2:164; Hâkim, Müstedrek, 2:615; Deylemi, Firdevsü’l-Ahbar, 5:227.) diye övmüştür. Peygamberimiz (asm) ayrıca “Hak daima galiptir, onu kimse mağlup edemez” (Buhari, Cenaiz, 79.) buyurmuşlardır.

Hakkı müdafaa eden kişi tek başına da olsa haklı olduğu için hem galiptir hem cemaattir. Hakkı inkâr eden veya hakkı haksızlıkta kullananlar da tüm insanlar da olsa ne cemaattir ve ne de galiptir; ancak hak karşısında mağluptur. Çokluk hakkı iptal edemez ve çoğunluk olduğu için haklı olmazlar. Bu sebeple Bediüzzaman hazretleri “Kemiyetin, keyfiyete nispeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar” (Mektubat, 2005, s.73.) demiş ve “Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet i’tibârıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umûm envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halîfe ve hâkim olmuştur” (Lem’alar, 2005, s. 301.) buyurmuştur.

Bediüzzaman hiçbir zaman sayı çokluğuna değer vermemiş ve şöyle demiştir: “Hakîkat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere vesîle olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nûriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakîkat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakâik-i îmâniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşâd etmekten dahâ ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakîkati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebât edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, ‘Husûsî makâmından ve husûsî hissiyâtından geliyor’ nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makâmatlara tercih ediyorum.” (Emirdağ Lâhikası-I, 2006, s.143.) buyurmuştur.

Hakkı Müdafaa Eden Tek Başına Cemaattir

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde Hz. İbrahim’den (as) bahsederken “Şüphesiz İbrahim, tek başına bir ümmetti, Allah'a itaat ederdi daima, doğruydu ve müşriklerden değildi” (Nahl, 16:120.) buyurarak tek başına ümmet ve cemaat olduğunu haber vermektedir. Bu ayete dayanarak İslam alimleri “Bir müçtehit dağ başında ve tek başına da olsa bir cemaattir” demişlerdir. Buna en güzel misal Çam dağında Risale-i Nurları telif eden Bediüzzaman Said Nursi hazretleridir. Tek başına bu ümmeti ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaati temsil ediyor ve zamanın müstebitlerine tabi olmayarak tek başına mücadele ediyordu.

Hak daima galip olduğu için Peygamberimiz (asm) Mekke’de tek başına hakkı müdafaa ediyor, “Tevhit Davasını” tek başına temsil ediyordu. Hak daima galiptir. Hak üstündür; hiçbir şey ondan daha üstün olamaz ve ona galebe çalamaz.

Ehl-i hak” Ve leyse alallahi bi-müstenkirin / En yecmaa’l-âleme fî vâhidin” yani, “Bütün dünyayı bir kişide toplamak Allah için muhal değildir” demişlerdir. Abdullah b. Abbas (ra) Kur’ân okuyup manası ile amel edenin dünya ve ahirette sapıklığa uğramayarak, zahmet ve sıkıntı çekmeyeceğine “Kim hüda ve hidayet olan Kur’ân’a tabi olursa ne dünyada ne ahirette bedbaht olmaz, şakavete düçar olmaz” (Taha, 20:123.) ayetini delil getirmiştir.

Ehl-i Sünnet, Kur’ân-ı Kerimi anlamak için Peygamberimizin (asm) sünnetini ve sahabelerin içtihatlarını esas almış ve buna göre anlamış ve uygulamışlardır. Ehl-i Sünnet dışındakiler ise Peygamberimizin sünnetini ve Hulefa-i Raşidin ve Sahabelerin uygulamaları yerine kendi akıllarını ve peşin hükümlerini esas alarak Kur’an-ı Kerimi buna göre yorumlamışlardır. Kendi akıllarına ve peşin hükümlerine göre Kur’an ayetlerini yorumlayarak kendi düşüncelerinin doğruluğunu Kur’an ayetlerini delil getirerek ispat etmeye çalıştıklarından yanlış yollara girmişlerdir.

Ehl-i Sünnet ise şöyle demişlerdir:

“Küllü’l-ulûmu sivâ’l-Kur’ânı müşteğiletün

İlla’l-Hadisi ve la’l-Fıkhı fi’d-Dîni

El-ilmü mâ kâne fihi kâle haddesenâ

Ve ma sivâ zâke vesâvise’ş-şeytâni."

“Kur’an-ı Kerim dışındaki ilimler boştur

Ancak, Hadis ve Kur’anı anlama ilmidir.

İlim “Haddesenâ” diye rivayet olunandır.

Bunun dışındakiler şeytanın vesvesesidir.”

Kur’an-ı Kerim Sünnet-i Peygamberle Anlaşılır

Kur’an-ı Kerim Arapça ve anlaşılır bir dille hakikatleri bize haber vermektedir. İnanç, ibadet ve ahlak konusundaki hususlar ise Peygamberimizin (asm) sünneti, ahlakı ve sözleri ile bize öğretilmiştir. Bunun dışında Kur’an ayetlerine ve dinin ahkamına, Peygamberimizin (asm) sünneti aykırı olan hususları bir takım lügat farklılıkları ve kelime oyunları ile ortaya çıkarıp kendi peşin hükümlerine uydurmaya çalışmak dini kendi anlayışına uydurmak hakiki manalardan uzaklaştırmak demektir.

Bunun için Peygamberimiz (asm) “Kim bilgisi olmadığı halde, kendi kafasına göre Kur’an’la ilgili söz söylerse, Kur’an’ı tefsir ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Tirmizî, Tefsir, 1.) Bir başka hadisinde “Kim de kendi görüşüne, fikrine dayanarak Kur’an’la ilgili söz söyler, Kur’an’ı tefsir ederse, o konuda isabet etse bile hata etmiş olur.” (Ebu Davud, İlim, 5.) buyurmuşlardır.

Kur’an-ı Kerimin zahiri manalarını ve sünnete uygun ibadet ve ahlakı bir tarafa bırakıp kelimelerin lügat manaları üzerinde fikir yürütmeye başlarsa gerçeklerden ve Kur’an-ı Kerimin amacından uzaklaşır. Bu sebeple Peygamberimiz (asm) üç defa tekrar ederek “Heleke’l-mutenattıûn” yani, “Bahsin derinliğine dalarak haddi aşanlar helak olurlar” (Müslim, İlim 7; Ebû Dâvûd, Sünnet 5.) buyurmuşlardır.

Ehl-i Sünnet Kur’an-ı Kerimi Peygamberimizin (asm) anlayıp anlattığı, tatbik ve beyan ettiği şekliyle anladığı için hak ve istikamet üzere hareket etmişlerdir. Diğerleri ise Kur’an ve Sünnete teslim olmak yerine kendi heva ve heveslerine göre anlamaya çalıştıkları için yanılmış ve hak yoldan sapmışlardır.

Peygamberimiz (asm) ümmetinin hidayet ve istikametini düşündüğü ve “Ümmetî Ümmetî” diye ümmetine şefkatini ve merhametini gösterdiği için haktan ayrılmalarına razı olmayarak yol göstermiş ve şöyle buyurmuştur:

Benî İsrail yetmiş bir, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrılmışlardır. Benim ümmetim de kendi aralarında ihtilaf ederek fitneye düşüp yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Ancak bunlardan biri kurtulacaktır, diğerleri helak olacak ve ateşe gireceklerdir. Fırka-i naciye ise benim sünnetime uyan yolumdan giden, sahabelerimi özellikle ‘Hulefa-i Raşidin Mehdiyyîn’ olan halifelerimin yolundan gidenler, Sünnet ve Cemaatten ayrılmayanlar, namaz kılanları küfürle itham etmeyenler olacaktır” (Tirmizi, İman, 18; İbni Mace, Fiten, 17.) buyurmuşlardır. Ayrıca “Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır” (Müsned-i Ahmed, 4:145; Münavi, Feyzu’l-Kadir, 3:470.) buyurdular.

Allah’a Ulaştıran Yol Kur’an-ı Kerimi Doğru Anlamaktan Geçer

Müfessir Fahreddin-i Razî “Allah’ın rızasına ulaştıran yolların en kısası ve en müstakimi Kur’ândır. Kur’anı da ancak Resulullah’ın anladığı ve amel ettiği şekliyle doğru anlayabiliriz” der.

Kur’an-ı Kerim “Usulü’d-Din” olan iman hakikatlerini en açık bir şekilde izah etmiştir. Allah’ın emir ve yasaklarınını, ibadet ve ahlakî emir ve tavsiyelerini de biz ancak Allah’ın elçisi olan ve vahiy meleği Cebrail (as) ile devamlı görüşüp konuşan Peygamberimizden (asm) öğrenebiliriz. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim bize “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin” emreder. Allah’a itaat Kur’an ile, Peygambere itaat ise sünnete uymakla gerçekleşir. Zira yüce Allah “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiştir” (Nisa, 4:80.) buyurarak bu konuda hiçbir şüphe bırakmayacak bir açıklıkla sünnete uymayı emretmiştir.

Kur’an-ı Kerim Allah’ın varlığı ve sıfatları ile isimlerinin tecellileri konusunda bize kainattaki varlıkların yaratılış, hikmet ve faydalarını anlatarak akla deliller sunarak, aklı ikna ve kalbi tatmin eder. Tevhid ve Haşre dair kâinat kitabından deliller getirir ve kâinat kitabı ile Kur’an-ı Kerimi tefsir ederken, Kur’an ile de kâinatın ifade ettiği manaları bize ders verir.

Bu sebeple “Ebu’l-Atahiye” hem Kur’an ayetlerini hem de kainattaki kudret ve rahmet delillerini “Ayet” olarak niteler ve şöyle der:

“Fevâ aceben keyfe yu’sî illâ lehu / Em keyfe yechadu’l-câhid.

Vallahi fî tahrîketin / Ve teskînetin ebeden şâhid.

Ve fî külli şey’in lehu ayetün / Tedüllü alâ ennehû Vahid.”

İnsan Allah’a isyan eder ne acip / Nasıl inkâr eden inatçı câhid?

Vallahi görünen her hareket / Her sükunda ebediyyen var şahid.

Her şey birliğine birer delildir / Delalet eder ki; O Allah Vâhid.”

Şinâsî ise şöyle der:

“Varlığını bilmeye ne hâcet küre-i âlem ile

Yeter ispatına halkettiği bir zerre bile…”

“Menâhic-i Kelâmiye” / Kelam İlminin Delilleri Dörttür

Ehl-i Sünnet Kelam ekolünün delilleri dörttür. Onlar da “Kitap, Sünnet, İcma ve Delail-i Akliyedir.” Naklî ve aklî delillerle sabit olmayan bir mesele, bir akaid-i diniye ve fıkhî bir mesele teşkil etmez.

Esbab-ı İlim de üçtür. Bunlar da; “Havass-ı Selime, Akıl ve Haber-i Sadıktır.” Dinin ahkamı Haber-i Sadık olan Haber-i Resul ve Haber-i Mütevatir ile sabit olur ve akılla hakkaniyeti bilinir, aklî delillerle mahiyeti anlaşılır. Böylece Kur’an ve Sünnet insanları cismen, ruhen, aklen, fikren kemâlata sevk ederek hakiki insan eder. Bütün ilimlerin kaynağı Kur’ân-ı Kerimdir.

Cemîu’l- ilmi, fi’l-Kur’âni lâkin

Tukâsır anhu efhâmu’r-ricâli”

“Bütün ilimler Kur’an dadır lâkin,

İnsanlar bunu anlamaktan acizdir.”

Meşahir-i ulemadan Ebu Bekir el-A’râbî “Kanun-u Te’vîl” isimli eserinde “Kur’an-ı Mübînde 77.450 kelime vardır. Her kelime bir ilim hazinesinin anahtarıdır” demektedir.

Ehl-i Sünnetin Kaza ve Kader Anlayışı

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Herkes kendi karakterine göre davranır. Rabb'in, kimin doğru yolu seçtiğini daha iyi bilir” (İsra, 17: 84.) buyurur. Bu ayete göre kader de kişinin kabiliyet ve istidadına, aklını ve iradesini kullanmasına, çalışma ve gayretine göre işlemesi ve amel etmesidir. Yani, kişinin ameli onun kaderidir. Kaderin şekillenmesinde insanın iradesinin mühim bir rolü vardır.

Tedbir insandan takdir Allah’tandır. Kul ister Allah yaratır. Hz. Ömer (ra) “Allah’ın kazasından yine Allah’ın kaderine sığınıyor iltica ediyorum” demiş ve tedbir olarak veba olan yere gitmekten vazgeçmiştir. Zira Peygamberimiz (asm) “Tedbir gibi akıl yoktur” buyurmuştur.

İnsan tedbir aldığı gibi gelecek konusunda da planlar yapar ve bunları yürürlüğe koyar. Yüce Allah insanın aklı ve iradesi ile yaptığı bu plan ve programın icrasında kula yardım eder. Kul ister Allah yaratır; ancak sonuçta elde edilen hayır ve şerden insanın hissesi vardır. Planlayan ve iradesi ile isteyen kul olduğu ve bu konuda gayret ettiği için hayırlı amellerin mükafatını hak ettiği gibi, şerli amellerden de sorumlu olur ve cezasını hak eder. Zira isteyen ve sebep olan kendisidir. Sonucuna da katlanmak durumundadır.

Peygamberimiz (asm) “Sizden hiç kimse yoktur ki, onun said ve şaki olduğu bilinmesin, cennetteki veya cehennemdeki yeri belli olmasın” buyurdu. Bunun üzerine “Ya Resulallah! Öyle ise ameli bırakıp Allah’ın takdirine razı olalım mı?” dediler. Peygamberimiz (asm) cevaben: “Hayır! Sizlerin görevi Allah’ın emrine itaat ederek çalışmaktır. Ameli bırakıp kadere dayanmayınız. Zira Allah sizden amel istemektedir ve buna göre ceza ve mükafat verecektir. Ama şurası gerçektir ki herkes ne için yaratılmış ise o iş için kendisine kolaylık sağlanmış olur. Said ise saidin ameli kendisine kolaylaştırılır, şakî ise şakilerin ameli kendisine kolaylaştırılır” buyurdular. (Buhari, Bed’ul-Halk, 6; Cenaiz, 27; Müslim, Kader, 17; Tirmizi, Kader, 3; İbn-i Mâce, Mukaddime, 10.)

Kader Allah’ın ilmidir ve bu bize göre geçmişe bakar. Yani, bizler başımıza geldikten sonra kaderimizin böyle olduğunu biliriz. Gelecek konusu ise “Gayb İlmi” olduğu için Allah’tan başkası bilemez. Bu sebeple geleceğe dönük olarak bizler “Kaderimiz budur” diyemeyiz. Böyle olunca bize düşen mükellef olduğumuz şeyleri yapmak, sebeplere sarılmak ve Allah’a tevekkül ederek sonucu ve sevabını Allah’tan beklemektir. Sonuca ise “Kadere teslim ve kazaya rıza” şeklinde kabul etmektir. Bunun için Bediüzzaman “Geleceğe teklif noktasından bakmalıyız” der.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol