DİN
20.2.2024 22:48

Evliya Kimlerdir

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Evliya Kimlerdir

"Kardeşim bu zamanda evliyalık para etmez. Aklı çalıştırmak lazımdır. İnsan aklını çalıştırmazsa sabaha kadar kazandığınızı akşama kadar kaybeder. Evliyalığı da akılla korumak lazımdır.” (Zübeyir Gündüzalp)

Bu Zamanın Evliyası

Zübeyir Abiye ait hatıraları zaman zaman yaşayan abilerden dinliyoruz. Ben önemli gördüğüm hatıraları ve sözleri not ederim. Yine bir sohbette abilerden hatıralar dinlerken şunları not etmişim:

1. Üstad “rekabet” demez “müsabaka” derdi. Zira rekabet menfî, müsabaka müspettir.

2. Bu hizmetin büyüğü küçüğü yoktur.

3. Her meselede “hata bizdedir, bilerek bilmeyerek yanlış yapmış olabiliriz” deyip nefsimizi terbiye etmeliyiz.

4. Üstadımız derdi ki: “İhlas ve samimi tesanütle üç kişi meşveret etseler Risale-i Nurun şahs-ı manevisinin reyi tecelli eder.”

5. "Kardeşim bu zamanda evliyalık para etmez. Aklı çalıştırmak lazımdır. İnsan aklını çalıştırmazsa sabaha kadar kazandığınızı akşama kadar kaybeder. Evliyalığı da akılla korumak lazımdır.

Bunlar hatıra olarak anlatılan hususlardır. Risale-i Nur metinleri değildir. İsteyen doğru bulur kabul eder, dileyen de “bana uymuyor” diye reddedebilir. Zira bizi bunlar bağlamaz Risalelerdeki metinler bağlar. Ancak Risale-i Nur metinlerine aykırı değilse Risalelerdeki hakikatlerin anlaşılmasına yardımcı kabul edebilir.

Bence bu çok doğru bir tespittir. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Kişinin Allah katındaki mertebesi aklına göredir. Nice akılsızlar vardır ki ömür boyu kazandığını bir saatte yok eder ve kaybeder” buyurmuşlardır.

Bu sebeple bizler Allah’a samimi bir kul, peygambere samimi bir ümmet ve Risale-i Nura samimi bir talebe olmaya çalışmalıyız. Üstadımız “Mesleğimiz acz, fakr, şefkat, tefekkürdür. Ubudiyet ise kişinin aczini, fakrını, kusurunu ve noksanın bilmesidir. Tevazu ve mahviyetle, terk-i enaniyetle daima kendisini kusurlu bilmelidir” buyurur. Kişi haddini tecavüz ederek evliya olmaya çalışmamalıdır. Kendisine, nefsine itimat etmemeli daima istişare ile hareket etmelidir. Her zaman “Havf ve Reca” dengesini koruyarak kendisini kusurlu ve cehennemlik bilmeli ve kurtulmak için dua, ibadet ve hizmet ile gayret göstermelidir. Daima kendisini kusurlu, eksik ve noksan bilmelidir.

Velilik iddia ile olmaz. Veli iddiası veli olmadığının delildir. Velilik ancak ölünce bilinir. Kişi ölene kadar iman, ilim, ahlak, itaat, tevbe ve istiğfar ile mükelleftir. Her an ihlasın yüksek kulesinden düşme ve din düşmanlarına alet ve tabi olma ve aldanma ihtimali vardır. Bu sebeple Üstadımız  5 Ocak 1960’da “Son Dersini” verirken “Kardeşlerim! Ben sizin samimiyetinizden, ihlas ve sadakatinizden şüphe duymam, ancak aldanabilirsiniz!” demiştir.

Vazifemiz acz, fakr naks ve kusurunu bilmek ve kendimizi en günahkar ve cehennemlik bilip kurtulmaya çalışmaktır.

**

Zübeyir Ağabey vefatından tahminen bir iki ay kadar önce Üstad zamanından beri biriktirdiği kendi el yazmaları, bazıları daktilo ile yazılmış, bazıları teksir edilmiş üç-beş koli evrak getirtti. Bize bunlar sizin bunlara çalışın dedi. Ayrıca hemen hemen her gün bir şeyi bahane eder en az iki üç saat bizlerle hizmete ve davamıza meslek meşrebe dair her şeyi anlatır yetiştirici konuşur hizmet faaliyetlerimizi tedbir ve tedvir ederdi.

Tahiri Mutlu Ağabey bize “Zübeyir Ağabeyin ağzından ne çıkarsa yazın bir suretini de bana verin” diye bizi teşvik ediyordu. Bizde sohbeti ve dersi bittikten sanra anlattıklarından aklımızda ne kalırsa yazıyorduk. Şunu hemen ifade edeyim ki sözleri “Kelimatı Tayyibe” ve hall-i halis olduğundan hemen hemen tamamı hatırımızda kalıyordu.

Velayet konusunda şöyle derdi:

Evvela, “Risale-i Nurlar dava değil, dava içinde bir burhandır” din değil din içinde bir meslek ve meşreptir. Evliyalık ise, sadece bir burhana ve mesleğe münhasır olmayan, geniş ve genel bir kavramdır. Öyle ise evliyalığı belli bir meslek ya da meşrep ile sınırlandırmak doğru olmaz. Bu her meslek ve meşrep için aynıdır. Açıkçası evliyalık hiçbir meslek ya da meşrebin tekelinde değildir.

İkinci olarak, velayet makamı bütün mertebe  ve sırların açıldığı, her şeyin ayan beyan olduğu bir makam demek değildir. Yani birisi velayet makamına ulaşmakla her şeyi her yönü ile bilecek ve görecek demek değildir. Öyle ki bazı veliler vardır avam ve çok iman hakikatinden habersizdir, hatta imanı kavi ama taklidi olan veliler bile vardır.

Üçüncü olarak, velayetin çok mevki ve makamları vardır; suğra, vusta ve kübra gibi. Velayetin suğra ve vusta makamları ekseri olarak tarikat ve tasavvuf berzahında gidenlerin makamıdır.

Risale-i Nur mesleği ise sahabe mesleği olan “Velayet-i Kübra” mesleğinden gidiyor. Suğra ve vusta makamında giden bir velinin Risale-i Nurları bilememesi, görememesi normal bir şeydir. Hatta bazen “Kutb-u Azam” makamında olan bir veli bile Risale-i Nurları fark edemeyebilir, hatta itiraz dahi edebilir.

**

Veli kimdir, velayet ne demektir?

Lügatte veli, dost, samimi arkadaş, itaatkar, birinin işini üzerine alan ve üstlenen kişi anlamlarına gelmektedir. Istılahta ise,  Allah dostları, Allah'ın sevgili kulları demektir.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Muhakkak ki Allah dostlarına korku yoktur; onlar mahzun da olacak değillerdir” (Yunus Suresi, 10:62.) buyurur.  Peygamberimiz (asm) “Allah dostlarının yüzleri nurludur; onlarla beraber bulunan şakî olmaz ve onları görenler Allah Teâlâyı hatırlarlar” buyurmuştur.

Peygamberlerin mucizesi olduğu gibi Allah dostlarının da Allah’ın yardımı anlamında gelen kerâmetleri vardır. Keramet peygamberin mucizesindendir. Zira onlar peygamberin (asm) yolundan gittikleri için bu yardıma ve keramete mazhar olmuşlardır.

Hak ve hakikati insanlara duyuran “kudsî mürşitler”den herbirisi, kendilerine mahsus irşat metodları ile hizmet etmişlerdir. Bu zatlar gerek manevî makamları, gerekse tebliğ usulleri bakımından çok farklı meslek ve meşreplere sahiptirler.

Peygamberler, sahabîler, asfiyâ, müçtehidler, evliyâ, ulemâ. Peygamber ve sahabîlerin manevî mertebeleri sadece kendilerine mahsus olmakla birlikte, hiçbir insan kendi gayreti ve hizmetiyle -hâşâ- ne peygamber olabilir, ne de sahabî derecesine yükselebilir. Çünkü, artık o yol ve kapı kapanmıştır.

Fakat, bunların dışındaki diğer mânâ büyükleri, Asr-ı saâdetten sonra her devir ve asırda görülmüş ve Müslümanların manevî imdadına yetişmişlerdir. Resul-i Ekremin (asm) vefatını müteâkip asırdan sonra hak ve hakikat iki koldan yayılmıştır: Kalb ve akıl yoluyla. Kalbi esas alan ve keşif-kerâmet kanalıyla iman hakikatlerinin inkişafını temin eden mürşidlere “evliyâ“ ilham feyizlerini doğrudan Kitap ve sünnetten alan, akıl, fikir ve ispat yoluyla hakikatlerin künhüne vakıf olan iman rehberlerine de “asfiyâ” denmektedir.

Bediüzzaman hazretleri Asfiyâyı “verâset-i nübüvvet muhakkikleri” (Mektubat, 74.) yani Hz. Peygamberin (asm) miras bıraktığı sünnet-i seniyye erbabı olarak tarif eden Üstad, Şuâlar’da ise “ulemânın ilmelyakin suretinde kat’î ve kuvvetli delillerle, enbiyaların (asm) dâvâlarını ispat eden ve asfiyâ ve sıddîkîn denilen mütebahhir, müçtehid muhakkikler” (Şualar, 100.) ifadeleriyle onların metodlarını anlatmaktadır. Onlar iman hakikatlerini ilmî olarak kesin ve kuvvetli delillerle ispata çalışırlar.

Yine aynı eserde enbiya, evliya ve asfiyânın bâriz hususiyetlerini de şu şekilde görmekteyiz: “Bütün ervâh-ı neyyire ashabı olan enbiyalar ve kulûb-u nûrâniye aktabı olan evliyâlar ve ukûl-u münevvere erbabı olan asfiyâlar...” (Şualar, 47.)

Burada da görülmektedir ki, evliyada kalb hâkim durumda iken, asfiyâda akıl ve ilim başta gelmektedir. Yine Mektubat’ta İmam-ı Rabbanî’den nakille, velâyet-i suğrâ, vustâ ve kübrâ olarak üçe ayıran Bediüzzaman, veliliğin en yüksek makamı olan “velâyet-i kübrâ”yı, “Verâset-i nübüvvet yoluyla tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol açmaktır.” (Mektubat, s. 20.) şeklinde asfiyâyı anlatır.

Yine Mesnevî-i Nûriye’nin mukaddimesinde her iki irşad yolunu birleştiren bir izaha yer verilmektedir. Bu yolda, istiğrak ehli olan ve akıl gözünü kapayarak, hakikate sülûk eden zatların aksine, kalb, ruh ve akıl gözü açık olarak manevî ve ilmî mücâhede vardır. Zira “cadde-i kübrâ” adı verilen bu hakikat yolu “Sahabe ve tâbiîn ve asfiyânın caddesidir.” Bu yol İmam-ı Gazalî, Mevlâna ve İmam-ı Rabbanî ile gelmiş, asrımızda da Bediüzzaman’la devam etmiştir. (Mektubat, 78.)

Peygamberimizin (asm) “İbadet ve zühd hayatına ittiba edenlere abidler, ilmine varis olanlara ise alimler denilmiştir. Hem ilmine hem ibadet ve zühd hayatına varis olanlara da “Asfiya” denilmiştir.

Bütün ulemânın ittifak ettiği ve Bediüzzaman’ın da ifade ettiği husus şudur ki: “Derece-i şühûd, derece-i îmân-ı bilgaybdan çok aşağıdır.” Zira, îman hakikatlerine gaybî olarak inanmak, bazı evliyânın tariki olan müşahede etmek sûretiyle îman etmekten ve îmanını kuvvetlendirmekten daha üstündür. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Onlar gaybe îman ederler” (Bakara Suresi, 2:3.) buyurularak bu hakikate işaret edilir.

Ancak bütün bunlarla birlikte, milyonları bulan evliyâ, îman hakikatlerini mânevî keşif, kerâmet yoluyla görüp tasdik ederken; milyarlarla gelip geçen ve asfiyâ denen tahkik ehli zatlar ise, bu hakikatleri kesin delillerle aklen, fikren ve kuvvetli bir şekilde ispat etmişlerdir.

Fakat evliya ve asfiyanın manevî makam ve derecelerini, fazilet ve üstünlüklerini ayırmak ve tayin etmek kesin hatlarla çizilecek şekilde mümkün olmaz. Ancak meşgul oldukları saha ve dayandıkları esas bakımından asfiyâya misal olarak verilen dört mezhep imamı ve diğer hadis, kelâm ve fıkıh ulemâsı “velâyet-i kübra” makamı olan “Peygamber vârisliğini” devam ettirdikleri için, sırf keşif ve keramet yoluyla hakikata ulaşan ve “velâyet-i suğra” sahibi olan Muhyiddin-i Arabî, Hallac-ı Mansur gibi zatlardan daha yüksek mertebededirler. Bunun için Risale-i Nur'un çeşitli yerlerinde geçen “yüz yirmi dört bin enbiya, yüz yirmi dört milyon evliyâ, yüz yirmi dört milyar asfiyâ” tabirlerine bakarak asfiyânın evliyâdan makamca daha aşağı olduğu mânâsı çıkmamalı. Fakat Abdülkadir Geylâni Hazretleri gibi bazı zatlar, aynı zamanda birer müçtehid olduklarından hususî fazilet bakımından daha parlak bir makam sahibi olsalar da, manevî derece bakımından dört imam gibi asfiyânın sultanı olan zatlar sahabe ve Mehdi’den sonra en yüce makam sahibidirler. (Mektubat, 258-259.)

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol