SİYASET
7.11.2023 12:20

Fecr-i Sadık ve Kazib

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Fecr-i Sadık ve Kazib

İslamiyet güneşinin insanlık âlemine doğması ve hâkim olması ancak imanın akıl ve kalplere hâkim olması, ibadetin insan ve toplum hayatına hâkim olması, İslam ahlakı olan doğruluğun, muhabbet ve kardeşliğin toplumda hakimiyeti, hukuki yönden de adalet ve hakkaniyetin hakimiyetidir.

Giriş

İslamiyet’in iman, ibadet, ahlak ve hukuk değerleri Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerim ile peygamberimiz (sav) tarafından insanlığa sunulmuştur. Peygamberimizin (sav) Allah tarafından getirdiği ilahî mesajlarının fertlerin ve toplumum hayatına hâkim olmasına ise İslamiyet denilmektedir. İslamiyet güneşinin insanlık âlemine doğması ve hâkim olması ancak imanın akıl ve kalplere hâkim olması, ibadetin insan ve toplum hayatına hâkim olması, İslam ahlakı olan doğruluğun, muhabbet ve kardeşliğin toplumda hakimiyeti, hukuki yönden de adalet ve hakkaniyetin hakimiyetidir.

İslamiyet ayrıca bir eğitim kurumudur. Kur’ânın okunması ve manasının öğrenilmesi yanında Allah’ın “İlim Öğrenin” “Aklınızı kullanın” ve Allah’ın sizin için yarattığı ve emrinize verdiği bütün nimetlerden meşru ve helal yollardan faydalanın” ve “malları aranızda haksız yollarla yemeyin” fermanlarına uygun bir hayat yaşanması için elbette uzun bir süreç gerekmektedir.

Bu süreç içinde dinin bu emirlerine aykırı bir hayat tarzını dayatanlar ve bunun için ellerindeki bütün imkânları kullanan zorbalar ile mücadele yapılacaktır. Bu mücadelede galibiyet de mağlubiyet de yaşanacaktır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “İslamiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez, gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan kendine gece yapar” demiştir. İslamiyet gündüzü aydınlatan güneşe benzettiğimiz zaman elbette güneşin doğması için dünyanın dönmesine göre fecr-i kazip, fecr-i sadık, ortalığın aydınlanması, güneşin doğması, bulutların çekilmesi ve güneşi göstermesi, bulutların güneşi gizlemesi, yağmur, kar ve dolunun yağdığı zaman güneşin görünmemesi, kuşluk vakti, güneşin zevalde olması, ikindi vakti ve güneşin batması gibi durumlarla da karşılaşılacaktır.

Biz bu çalışmamızda bu aşamalardan sadece “Fecr-i Kazib ve Fecr-i Sadık kavramlarını konu aldık ve üzerinde durduk. Diğer hususları ise okuyucuların anlayışına, aklına ve ferasetine havale ettik.

Fecr-i Kâzib

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Hutbe-i Şamiye isimli eserinde “Kırk beş sene evvel o fecrin emareleri göründü. (1908 II. Meşrutiyetini ilanı ve Meclis-i Mebusanın açılması) Yetmişbir de (1371=1950) fecr-i sadık başladı veya başlayacak. Eğer bu fecr-i kâzib de olsa, otuz, kırk sene sonra (1950+30=1980; 1950+40=1990) fecr-i sadık çıkacak” (Hutbe-i Şamiye, Tarihçe-i Hayat, 91) demektedir.

Fecr-i Sadık

Fecr-i sadık güneşin doğmasından önceki fecir, yani aydınlıktır. Fecr-i sadık sabahın başlamasını ifade ettiği için bu andan itibaren sabah namazı kılınabilir. Ancak fecir ile güneş doğması arasında bir buçuk saat zaman farkı vardır. Bu fark aynen güneşin batması ile başlayan akşam vakti ile dünyanın tamamen karanlığa gömüldüğü yatsı arasındaki bir buçuk saatlik zamanla aynı eşdeğerdir. Kur’anda geçen bir günü bin yıl kabul edilirse fecr-i sadık ile güneşin çıkması, güneşin çıkması ile kemal vakti olan öğleye kadar olan zaman en az yüz, yüz elli veya iki yüz seneye tekabül eder.

Burada anlaşılması gereken husus fecr-i sadık’ın bir sonuç değil, yeni bir başlangıç olmasıdır. Bediüzzaman Said Nursi’nin tarif ettiği fecr-i sadık siyasi bir partinin veya görüşün iktidar olup olmaması değil, dünya ve âlem-i islam çapında zamanın ve şartların islamın, yani hürriyetin, adaletin ve doğruluğun hâkim olmaya başlaması ve her nevi istibdadın yavaş yavaş zevale ve yok olmaya doğru gitmesidir.

Bu bakımdan Bediüzzaman 1908’de “Meşrutiyetin” ilanı ve “Meclid-i Mebusanın” açılması ile bu fecrin emarelerinin görünmeye başladığını 1950’de Tek parti diktasının iktidardan uzaklaştığı için bu fecr-i sadığın bir emaresi olduğunu ifade etmiştir. 30 sene sonra demokratların istibdadı ve anarşiyi temsil ve terviç eden komünizme, istibdat manasında siyasal islama ve faşizme karşı demokratların tam bir galibiyet kazanacağına işaret etmiş ve gerçekten de AP’nin %54’e yükselen oy oranı ile CHP hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştır. Ancak 12 Eylül 1980 ihtilali ile ordu yönetime el koyarak buna engel olmuştur. Org. Haydar SALTIK “İhtilal yapmamış olsaydık AP %54 ile gelecek ve Anayasa’yı değiştirecekti” demiştir.

12 Eylül ihtilalını yapıp Anayasa’yı değiştirenler Merkez Sağ’ın ve Demokratların bir daha iktidar olmaması için “Dört eğilimi birleştiren” ve ihtilali onaylayan ANAP’ı kurdurmuş ve iktidara getirmişlerdir. Bu parti ile 10 sene iktidarı muhafaza etmişlerdir. Bediüzzaman’ın 40 sene dediği 1990’lı yılarda ise Demokratlar ve 12 Eylül İhtilali ile mücadele edenler 1991 yılında DYP ile iktidara yeniden gelerek DYP-SHP hükümetini kurmuşlar ve “Demokratikleşme” hareketine devam etmişlerdir. Anayasa’nın pek çok maddesini değiştirerek devlet tekelindeki TRT ve TV’yi özelleştirmişlerdir. Böylece Türkiye’de “Fikir Hürriyeti” önündeki en büyük engeli kaldırarak yeni bir sıçrama yaşatmışlardır. Ayrıca “Din ve Vicdan Hürriyeti” çerçevesinde 300 kadar İmam-Hatip ve 12 İlahiyat daha açmışlardır. Diyanete büyük imkânlar sağlamışlardır. Bu durum 1997 yılına kadar devam etmiş “Ordu destekli Atatürkçüler bu defa da “Siyasal İslamı kullanıp, “Dindar Atatürkçülük” felsefesi ile icazetli cemaat ve tarikatların desteğini alarak 28 Şubat 1997 Post-modern Darbesini yapmışlardır. Bu defa Siyasal İslamı yanlarına alarak “Değişim ve Yenilikçilik” adı altında devlet imkânlarını kendilerine rüşvet verdikleri AKP’yi kurdurup iktidara getirmişlerdir.

12 Eylül 1980 ihtilalini yapanlar 27 Mayıs 1960 darbesini yapanların “27 Mayıs Ulusal Egemenlik Bayramını” kaldırarak halktan büyük destek aldıkları gibi 12 Eylül’ü yargılama adı altında Kemalizm’in dindarlık versiyonunu öne çıkarmışlar ve AKP’ye Anayasa’yı değiştirerek halk desteğini alma imkânını vermişlerdir. 28 Şubat darbesini yapanlar bu darbeye karşı olanları “Silivri mahkemesinde” yargılama imkânını vererek AKP Demokratik bir iktidardır ve demokratikleşme adımları atıyor diye Kemalizm’in hâkimiyetini devam ettirmektedirler. AKP iktidarı ile “Dindar Kemalizm” ve “Atatürkçülük” gömlek değiştirerek hâkimiyetine devam etmektedir. Gömlek değiştirme Milli Görüşçülere has bir özellik değildir. Milli Görüş gömleğini çıkarırsanız biz de “Katı Laiklik” gömleğini çıkarır “Dindar Kemalizm’de buluşuruz” diye akıl verenlerin olacağını da ferasetle bilmek gerekir.  Ve bu fikir bugün AKP ile iktidardadır. 12 Eylül 2010 Anayasa Oylaması ve 12 Haziran 2011 tarihleri ile 12 Eylül’e karşı 12 Eylül Anayasa’sını kaldırma siyaseti aynen 1960 ihtilalcılarına karşı 1960 Anayasa’sını değiştiren 12 Eylül 1980 ihtilalcılarının tezgâhından başka bir şey olmadığı ehl-i ilim ve ferasetten gizlenecek bir husus değildir.

Bu nedenle 12 Eylül 2011 seçimleri ve AKP’nin %49.92 oy oranı ile 326 milletvekili çıkararak meclise girmesi yeni bir dönem değildir. 1923’te başlayarak devam eden bir süreçtir. Bu sürecin sonu da AKP’nin hedeflediği 2023 tarihine kadar devam edeceğe benzemektedir. Tam da Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye AB’ye girmek için verdiği tarihe tevafuk etmesi de bu dönemin ancak o tarihte biteceğinin ayrı bir delilidir. Bugünden acele ederek “Eski Hal Muhal” diyenler gerçekte yanılmaktadırlar. Bu nedenle “hikmet-i ilâhî” AKP bütün gayretini ve bütün imkânları sonuna kadar kullanmış olmasına karşın “Benim misyonum Sevad-ı Azam’dır” iddiasında bulunmalarını engellemek için %49.92 de bırakarak bu iddiasını suya düşürmüştür. Zira bu Anayasa oylamasını netice veren bir Referandum olsaydı elbette sonuç retle neticelenecekti… Bu hususu iyi kavramak gerekir. Bu nedenle hukuken hiç kimse % 49 ile % 50 ne fark eder diyemez. Hukuki hükme konu olan bir oy dahi çok önemlidir. Bir oy bir milletvekilini A partisinden alınıp B partisine verildiğini bilmeyen yoktur.

Bu davanın gerekçelerini ve nedenlerini şöyle sıralayabiliriz

Birincisi: Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Fitne-i ahirzamanın müddeti uzundur, biz bir faslındayız” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 164, 8. Lem’a) buyurarak Ahir zamanda Deccal ve Süfyanın hâkimiyeti ile yaşanan dönemin çok uzun (Yüz sene gibi bir dönem) olduğunu belirtmiştir. Elbette bu sürecin “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşecek, aldatmakla iş görecek ve çok âlimler ona tabi olacaklar” (Şualar, 7 ve 8. Mesele) hadisine uygun dönemleri vardır. Yüz yıllık bu dönemi yirmişer yıllık beş döneme ayırırsak (ki, hek 20 sene bir nesil ve bir dönem sayılır) biz bunun son beşinci devresinde olduğunu anlarız. (1920, 1940, 1960, 1980, 2000, 2020. Her yirmi yıl yeni bir dönem başı olduğu siyaset bilimcilerin ve tarihçilerin gözünden kaçmaz.)

İkincisi: Fütuhat ve Ferec şartları tahakkuk etmeyince vukua gelmez. Nitekim Bediüzzaman’a “Bazı ehl-i velâyet ve keşif fütuhat ve ferec olacağını müjde verdikleri halde zuhur etmemesinin sebebi” sorulur. Bediüzzaman şöyle cevap verir: “Hadîs-i şerifte vârid olmuştur ki: “Bazan bela nâzil oluyor; gelirken karşısına sadaka çıkar, geri çevirir.” Şu hadîsin sırrı gösteriyor ki: Mukadderat, bazı şeraitle vukua gelirken geri kalır. Demek ehl-i keşfin muttali olduğu mukadderat mutlak olmadığını, belki bazı şeraitle mukayyed bulunduğunu ve o şeraitin vuku bulmamasıyla o hâdise de vukua gelmiyor. Fakat o hâdise, ecel-i muallak gibi Levh-i Ezelî'nin bir nevi defteri hükmünde olan Levh-i Mahv-İsbat'ta mukadder olarak yazılmıştır. Gayet nadir olarak Levh-i Ezelî'ye kadar keşif çıkar. Ekseri oraya çıkamıyor. İşte bu sırra binaen, geçen Ramazan-ı Şerifte ve Kurban Bayramında ve daha başka vakitlerde istihraca binaen veya keşfiyat nev'inden verilen haberler, muallak oldukları şeraiti bulamadıkları için vukua gelmemişler ve haber verenleri tekzib etmiyorlar. Çünki mukadder imiş, fakat şartı gelmeden o da vukua gelmemiş. Evet Ramazan-ı Şerifte bid'aların ref'ine Ehl-i Sünnet ve Cemaatin ekseriyetle hâlis duası bir şart ve bir sebeb-i mühim idi. Maalesef câmilere Ramazan-ı Şerifte bid'alar girdiğinden, duaların kabulüne sed çekip ferec gelmedi. Nasılki sâbık hadîsin sırrıyla: Sadaka, belayı ref' eder. Ekseriyetin hâlis duası dahi, ferec-i umumîyi cezbeder. Kuvve-i cazibe vücuda gelmediğinden, fütuhat da verilmedi.” (Lem’alar, 16. Lem’a, s. 104)

Fütuhat ve ferec, fecr-i sadık ve başarı, çalışma ve gayretin sonunda meydana gelir. Çalışma ve gayret yoksa ve şartları tahakkuk etmemişse elbette başarılı bir sonuç elde edilemez. Bir öğrenci idareden torpil bekleyerek derslerine çalışmaz dört sene içinde on dersten 40 sınava girip geçer not almazsa diploma alamaz. Bir memur ve işçi de kendisine verilen işi ve görevi yapmazsa ücret ve maaş almaya hak kazanamaz. Verilirse bu haksızlık ve zulümdür. İnsanlar zalimdir haksızlık yapabilir ama fütuhat ve ferec verecek, fecr-i sadıkı doğuracak olan Allah asla haksızlık ve zulüm yapmaz. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde “Bir toplum kendi gidişini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez” (Râd, 13:11) buyurarak bu konuda sorumluluğun insanlara ve topluma ait olduğunu açıkça ifade etmiştir. Peygamberimizin (sav) sahabelerinin mücadelelerini ve gayretlerini bilenler bu hususu çok iyi anlarlar.  

Üçüncüsü: Ferec ve Fütuhatın Şartları “Hutbe-i Şamiye’de” sayılan hastalıkların tedavisi ile ortaya çıkacaktır. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri şöyle der: “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır: Birincisi: Ye'sin, ümitsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. Üçüncüsü: Adavete muhabbet. Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek. Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad. Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.

1911 yılında teşhis edilen bu toplumsal hastalıklardan günümüzde sadece biri tedavi edilmektedir ki o da birinci maddede ifadesini bulan “Ümitsizlik” hastalığının bir derece zeval bulmaya başlamasıdır. Siyasette yalancılık daha da artmış ve Medya aracılığı ile daha da acımasız bir hal almıştır. Hatta o derece ki insanların yatak odalarına gizli kameralar konarak bundan siyasi sonuçlar çıkaracak kadar alçakça ve adice propagandalar yapılmaktadır. Muhabbet yerine adavet körüklenmekte, ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtalar kopartılmaktadır. İstibdadın kötülüğü görülmüş ancak farklı istibdat çeşitleri ile (Parti istibdadı ve liderlerin istibdadı) devam etmektedir. Menfaat-i şahsiye ise devlet imkânlarının kullanılması ve yağmalanmasına kadar yayılarak devam etmektedir. Bütün bunları yapanlar ise din ve dindarlık maskesi altında kendilerini gizlemekte ve halkın gözünde haklılıklarını savunmaktadırlar.

Bütün bu durum henüz istenen ve beklenen noktaya gelinmediğini göstermektedir. Çünkü ortada sadece istismar görünmektedir.

Dördüncüsü: Bediüzzaman “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihat edeceğiz” buyurmaktadır. Henüz bu tahakkuk etmiş değildir. Cehalet devam etmekte, sanata ve marifete gereken önem verilmemektedir. Eğitimimizin durumu içler acısıdır ve öğrencilerimizin aldığı eğitimin ne işe yaradığı tartışılmaktadır.

Bediüzzaman’ın Fecr-i Sadık dediği ve müjdelediği durum nedir?

1. Fecr-i Sadıkın Başlaması Risale-i Nur Külliyatının Telifidir

Risale-i Nur müellifi fıtratında bulunan icad ve teceddüt fikrini medrese usullerinde göstererek bir sürü şerh ve haşiyelerle vakit zayi etmeden yirmi senede tahsil edilecek olan medrese ilimlerinin zübde ve hülasasını üç ay içinde tahsil etmiştir. (Tarihçe-i Hayat, 33)

Bediüzzaman yirmi üç senede tamamlanan yüz otuz kitaptan müteşekkil Risale-i Nur eserleriyle (33 Sözler, 33 Mektubat, 33 Lem’alar, 15 Şualar, toplam 114 kitap + 16 adet Bediüzzaman’ın ilk eserleri, cem’an 130 kitap) İlm-i Kelam sahasında teceddüt yaptığı görülmüştür. Kendisi on beş senede elde edilmesi lazım gelen ilmi on beş haftada tahsil ettiği gibi, Kur’andan çıkardığı Risale-i Nurlar ile de medreselerin kapandığı ve din ve iman ilminin öğrenilmesi yasaklandığı dönemde on beş yılda tahsil edilmesi gereken “Hakaık-i Diniyeyi” on beş haftada okuyanına vererek milyonlar insanların imanlarını kurtardı ve yeniden islamın ihyasının “Fecr-i Sadıkını” gösterdi” (Tarihçe-i Hayat, 33 Haşiye) demektedir.

2. Hürriyetin Tam Hâkimiyeti Fecr-i Sadıktır

Hürriyetin ilanını su-i tefsir etmemek, meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrua olarak kabul etmek lazım geldiğini ileri sürerek bu hususta dini gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitablerde bulunuyordu. Hürriyeti ve Meşrutiyetin ilanını Anadolu ve Asya’nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sadıkı olarak müjde veriyor, elden kaçmaması için de evamir-i şer’iyeyi imtisal etmek gerektiğini ders veriyordu. Şayet meşrutiyeti hürriyet-i şer’iye ile kabul etmezsek elimizden kaçacak ve müstebit bir idareye yerini terk edecek diye ihtar ediyordu. (Tarihçe-i Hayat, 55) 2010 yılı Türkiyesi hala daha Hürriyet Mücadelesi vermekte Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi dünyada en çok türkiye’yi mahkum etmekte ve “Fikir Hürriyetini” kullanmak isteyenler hapislerde yatmaktadırlar. Başörtüsü ve kılık kıyafet gibi dünyada emsalsiz yasaklar devletçe savunulmaktadır. Demek henüz fecr-i sadık çıkmamıştır…

3. Fecr-i Sadık Bizi Geri Bırakan Altı Hastalığı Tedavi Etmektir.

Bediüzzaman 1910 yılında Şam’da Cami-i Emeviyede okuduğu Hutbesinde “Ey İslam Cemaati! Müjde veriyorum ki, şimdiki âlem-i İslam’ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslam’ın terakkisi onların intibahıyla olan Arab’ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin çıkması yakınlaşmış. Ümitsizliğe kapılmayın. Ye’sin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek derecede kanaat-ı kat’iyemle derim: İstikbal İslam’ın olacak ve hâkim hakaık-ı Kur’âniye ve İmaniye oalcak” (Tahirçe-89) demektedir.

Bediüzzaman burada yazdığı haşiye, yani dipnotta şöyle der: “1371=1950’de başta Arap devletleri olmak üzere İslam devletlerinin yabancıların esaretinden ve istibdadından kurtularak İslam devletleri teşkil edeceklerini kırk beş sene önce (1910) haber vermiştir. İki Harb-i umumi ve 30-40 sene devam edecek olan istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. 1327’de (1908-1910) olacak gibi haber vermiş ve te’hirin sebebini nazara almamış” demektedir.

2010 dünyasında henüz İslam devletleri batının tesirinden ve baskısından, yönlendirme ve parmak karıştırmasından henüz kurtulamamıştır.

4. Fecr-i Sadık, İslam Hakikatlerinin ve Maddi Terakkinin İslam Dünyasında Başlamasıdır

Bu da İslam güneşinin inkişafına mani olan manilerin ortadan kalkması iledir. Bunlar da 1371 (1950) de fecr-i kazib ile başlayan 30 veya 40 sene sonra (1980-1990) başlayacak olan hürriyet ve ilim noktasındaki açılımlardır.

Bunlar da “Ecnebilerin cehaletinin, vahşetinin ve dinlerine taassuplarının marifet ve medeniyetle kırılıp dağılması, papazların ve ruhani reislerin riyasetlerinin ve tahakkümlerinin ve ecnebilerin de onları körü körün taklit etmelerinin fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat ile zeval bulması, bizdeki istibdadın ve şeriatın muhalefetinden kaynaklanan su-i ahlâkımızın yavaş yavaş ortadan kalkamaya başlamasıdır. Risale-i Nurların tüm dünyada yayılmaya başlaması ile fen ile din arasında oluşturulmaya çalışan sun’î muhalefetin ortadan kalkması ile fecr-i sadık inkişafa başlayacaktır. (Tarihçe-i Hayat, 91)

Bu çalışmalar da Nur Talebelerinin dünya çapında yaptıkları telif ve başka dillere tercüme ile yaptıkları neşriyatların artmasına ve çoğalmasına bağlıdır. Bu devam etmektedir.

5. Fecr-i Sadık Risale-i Nurlar ile Âlem-i İslam’ın Uyanarak Kur’âna Yönelmesi İslamiyete Maddi ve Manevi Bütün Varlığıyla Müteveccih Olmasıdır

Kur'ana bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur'ana yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Nur Risalelerini mütalaa etmeye çalış. Lisanın, Kur'anın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı halin ile de Kur'anı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!

Ey asırlardan beri Kur'anın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâd ve torunları! Uyanınız! Âlem-i İslâm'ın fecr-i sadıkında gaflette bulunmak, kat'iyyen akıl kârı değil! Yine Âlem-i İslâm'ın intibahında rehber olmak, arkadaş, kardeş olmak için Kur'anın ve imanın nuruyla münevver olarak, İslâmiyet'in terbiyesiyle tekemmül edip hakikî medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hal ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır.” (Tarihçe-i Hayat, 157)

Henüz bu husus daha hayata geçmiş değildir. Müslüman ilim adamlarının çalışmalarını ve siyaseti bırakıp imana ve Kur’ana yönelmesini beklemektedir.

6. Fecr-i Sadık Müslümanlar İslam Ahlakı ile Ahlaklandığında Çıkacaktır

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler.” (Hutbe-i Şamiye, Emirdağ, 2:142-143)

“Evet, ben kendi hesabıma aldığım dersime binaen ey İslâm cemaatı! Müjde veriyorum ki: Şimdiki âlem-i İslâm'ın saadet-i dünyeviyesi, bahusus Osmanlıların saadeti ve bilhâssa İslâm'ın terakkisi ve onların uyanması ve intibahı ile olan Arab'ın saadetinin fecr-i sadıkının emareleri inkişafa başlıyor ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ben dünyaya işittirecek bir derecede kanaat-ı kat'iyyemle derim: İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet'in olacak ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Öyle ise şimdiki kader-i İlahî ve kısmetimize razı olmalıyız ki; bize parlak istikbal, ecnebilere müşevveş bir mazi düşmüş.”

Henüz müslümanlar hatalarından ders alarak “İslam kardeşliği ve islam ahlakına” tam yönelmiş değillerdir.

7. Hürriyetimiz Umum Âlem-i İslam’ın Hürriyetinin Mukaddimesi ve Fecr-i Sadıkıdır

Bediüzzaman iki cihetle bizim hürriyetimizin İslam dünyasının hürriyetinin fecr-i sadıkı olacağını belirtir. Birincisi, bizim istibdadımız Asya’nın hürriyetine zulmani bir set çekmişti. Ziyay-ı Hürriyet bizim 1908 yılındaki Hürriyetin ilanı ile Çin’e kadar yayıldı. Ancak Çin ifrat ederek Komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü devamlı ağır geldiği için öteki gözündeki istibdadı ve vahşeti kaldırdı, kaldıracaktır. Şayet sahife-i efkarı okuyup tarik-ı siyaseti görseniz ve huteba-i umumi olan ve doğru konuşan cerideleri/gazeteleri dinleseniz Arabistan, Mısır, Kafkas, Afrika ve emsallerinde fikr-i hürriyetin galeyanı ile âlem-i islamın efkarında büyük bir değişim yaşanacaktır. Bunun için yüz sene uğraşsak yine ucuz düşerdi.

Zira hürriyet milliyeti öne çıkarır. Milliyet içinde İslamiyet’in cevher-i nuranisi tecelliye başlar ve İslamiyet ihtizaza gelir. Bu da büyük bir kuvve-i maneviye vererek İslam dünyası üzerine çökmüş olan istibdad-ı manevi-i umuminin perdelerini parçalar. (Münazarat, 28)

Türkiye’de Hürriyet’in önemi müslümanlar tarafından yeni yeni kavranmaya başlamıştır. O da fedakar Nur Talebelerinin yirmi seneye yakındır Bediüzzaman’ın “Ben ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” sözünü esas alarak yaptıkları yüzlerce seminer, konferans, slayt, kısa film ve “Hür Adam” filmi ile meydana gelmiş bir hürriyet havasına girmelerinin sonucudur.

8. Fecr-i Sadıkı Görmek İsteyen Sahabe Gibi Çok Çalışmalıdır

Medreselerde Ulûm-u Âliye (Alet ilimleri) maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, Ulum-u Âliye (Yüksek İlimler) mühmel kalmıştır. Alet ilimlerini amaç haline getirmeden, sefine-i sa’ye binerek tevfik-i ilâhiye mazhar olarak şimendifer-i terakkiye binip diğer milletleri geçebilirsek fecr-i sadıkı görebiliriz. (Muhakemat, 55)

Müslüman ilim adamları İslam ilimleri konusunda henüz “Alet ilimleri”ni aşarak asıl maksat olan İmanı konu alan Risale-i Nur Metoduna göre İlm-i kelam ve diğer ilimleri tasnif etmeye ve “Ulum-u Âliye”yi okumaya ve okutmaya başladıkları söylenemez. Bu nedenle İslam dünyası Felsefe, Hukuk, Ekonomi ve Yeni İlm-i Kelam konusunda maalesef yaya yürümeye devam etmektedir.

SONUÇ

Yeni Asya Cemaatinin meşveretle DP’ye olan siyasi tercihin devamı ve AKP’yi desteklememe konusundaki kararı haklıdır ve doğru bir tercihtir. Meşveret her zaman haklı sonuçları netice verir. Bireysel hareket eden isabet de etse mesuldür. Meşveretle hareket eden hata da etse ma’fuvdür. Kaldı ki peygamberimiz (sav) “Meşveret eden pişman olmaz ve hata etmez” buyurur. Meşveretin haklılığı ileride görülecektir. Hiç meraka gerek yoktur. AKP’nin başarısı gerçekte başarı değil bir istidractır. İstidracın ne olduğunu erbabı bilir.

Siyaseten olayları değerlendiren akl-ı selim sahipleri şu sonuçları çıkarırlar.

1. Siyasette doğru tercih şahıs tercihi değil; siyasi fikir tercihidir. Zira iyi insanın yanlış yerde durması tehlikelidir. Avam o insanı tanır ve yanında yer alır, yanlış yerde durduğunu bilmez. Böylece yanlışa sürüklenir.

2. “Ümmetin çoğunluğu yanlışta birleşmez” hadisi siyasi olarak anlaşılamaz. Bu hadisten kastedilen birinci mana “İcma-ı Ümmeti” teşkil eden “Sahabenin İcması” sonra da “müçtehit fakihlerin” icmasıdır. Yoksa avamın çoğunluğunun görünüşe bakarak yanlışta birleşmesi mümkündür.

3. “Sevad-ı Azam” siyasi tercih değil, toplumun hayat standardına göre yaşamak ve aşırılıktan uzak olan ehl-i sünnetin istikametli inancıdır. Sevad-ı Azam siyasi olarak kabul edilecek olursa 12 Eylül 1982 Anayasa’sına verilen %92 “Evet” oyunun “Sevad-ı Azam” kabul etmek gerekirdi. Bunun ne derece yanlış olduğu 12 Eylül Anayasasını kaldıralım diyenlere verilen oylarla ve değişime ait referandumda verilen %78 ve %58 oy göstermektedir.  

4. Bediüzzaman fikir odaklı siyaset yapmıştır; şahıs odaklı yapmamıştır. Şahıs odaklı siyaset şahsın istibdadına sebep olur. Üstadın fikir odaklı siyaseti de “Demokrasiyi ve Ahrar Çizgisini” takip eden demokratları desteklemek şeklindedir. Bediüzzaman’ın hayatında da Ahrarlar azınlıkta kalmış ve İttihat Terakki mensuplarınca iktidardan uzaklaştırılmış ve ezilmişlerdir. Bu nedenle “Bediüzzaman sağ iktidarları desteklemiştir” diyenler yanılmaktadır.  

5. “Fütuhat ve ferecle ilgili tarihler insanı yanıltır. Esasa, öze ve prensiplere bakmak gerekir. Zira bunlar şartlara bağlıdır. Şartlarına uyulmazsa o tarihte fütuhat gerçekleşmez.

6. Kimin yaptığına değil, ne yaptığına bakmak gerekir. Partiler söylemleri ile değil, icraatları ile değerlendirilmelidir.

7. Demokrat Merkez Sağ çökmüş, AKP ile Merkez Sağ seçmen sağın ucuna yani gömlek değiştiren ve görüntüyü kurtaran radikal sağa kaymıştır. Bununla beraber “aşırı sağ söylem” ile “dindar Atatürkçülük” birleştirilmiş ve gömlek değiştiren yeni bir Kemalizm’in hâkimiyeti sağlanmıştır.

8. Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin tespitleri ile tercihlerini karıştırmamak gerekir. Bediüzzaman bazı tarihler vererek tespitte bulunmuştur; ama bunu bir tercih olarak takdim etmemiştir. Yine Bediüzzaman “İttihat ve Terakki” içinde dostları olmuştur onların hizmetlerini takdir etmiştir; ancak fikirlerinden ve samimiyetlerinden dolayı “Ahrar Fırkasını” tercih etmiştir.

9. Yine tasvip ayrı, tespit ayrıdır. Bunları birbirinden çok iyi ayırmak gerekir. Bediüzzaman’ın tespit ettiği her şey onun tercihi değildir. Bediüzzaman Eşref Edip ve “Büyük Doğucuların” dine hizmetlerini tespit etmiş ve takdir etmiştir; ancak “Siyasi düşüncelerini ve siyasi faaliyetlerini” asla tasvip etmemiştir.

10. İslam’ın hâkimiyeti bir cemaatin, fırkanın, partinin ve görüşün hakimiyeti değil, imanın, doğruluğun, ahlakın, hayâ ve iffetin, adalet ve hakkaniyetin fertlerin kalp ve bedenlerine ve topluma ve insanlık âlemine hâkim olmasıdır. Her müslümanın ve bütün cemaatlerin görevi bu değerlere katkıda bulunmaktır.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol