Ehl-i hikmet Peygamberimizin (sav) “Hikmet mü’minin yitiğidir; nerde bulursa almalıdır” hadisinden yola çıkarak “her şeyin iyisini al” diyerek nerede bir ilim ve hikmet varsa onu alma gayreti içinde olmuşlardır. “İlim Çin’de olsa da alınız” hadisini “nazarî ilimler” ve “fennî bilgiler” olarak anlamış ve almışlardır.
Felsefe, filos-sofos hikmet ve ilim seven anlamına gelen bir kelimedir. Batıda felsefe adını alan hikmet ve ilmi sevme ameliyesi, doğuda “hikmet” olarak isimlendirilir. İlim imana hizmet ederse hikmet, imandan ayrı düşünülürse felsefedir. Aklın ürünü ve eşyayı anlama çabası olan ilim, insanı imana götürürse hikmet, insanı inkâra ve Allah’tan uzaklaştırmaya götürürse felsefe adını alır.
Hikmet ise aklın ürünü olan ilmi, fıkıh, hukuk, siyaset, ahlak ve estetiği bütün incelikleriyle içine alan geniş muhtevalı bir kelimedir. İslam bilginlerinin hikmeti “faydalı ilim ve sâlih ameli netice veren davranış” olarak tarif ederler. (Elmalılı, Tefsir, 1:915) İlimsiz amel, amelsiz ilim ne kadar câzip olsa da hikmet sayılmaz.
Hikmeti ikiye ayıran bilginler birincisine “Sünnetullah ve Adetullah” denilen tabiat ilimleri, ikinci kısmını ise İlâhiyat denilen dinden kaynaklanan “İman, ahlak ve ibadet” olduğunu belirtirler. Hikmet ve Felsefe “Marifetullah” potasında birleşirse buna “Hikmet-i Rabbaniye” adı verilmektedir.
Sünnetullah denilen tabiat ilimleri “nazarî hikmet” olup tefekkür ve muhakeme ile akıl sahipleri için marifetullaha yol açar. Kâinat, akıllılar için bir kitaptır; hikmet-i eşyayı araştırma sonucu insanı Allah’ın hakîm ismine götürür. Peygamberimiz (sav) “Allahım, bana eşyanın hakikatini öğret. Hakkı hak bilmeyi, batılı batıl olarak görmeyi nasip et” şeklindeki duası bizi eşyanın hakikatini araştırmaya sevk etmektedir.
Amelî hikmet ise, ibadet olarak nitelendirilen insanın nefsine, diğer insanlara ve topluma faydalı olan fiillerin tümünü kapsar. Bu da hikmet-i eşyayı amacına uygun, yerli yerine koymaktır. Bu sebeple “Ehl-i Hakikat” denilen İslam mütefekkirleri nazarî ve amelî hikmeti birbirinden ayrı telakki etmemişlerdir. Hikmeti tarif ederken “hikmetin evveli varlıkta tefekkür, ortası yaratılış amacına uygun hareket ve sonucu da ebedî saadettir” demişlerdir.
Ehl-i hikmet Peygamberimizin (sav) “Hikmet mü’minin yitiğidir; nerde bulursa almalıdır” hadisinden yola çıkarak “her şeyin iyisini al” diyerek nerede bir ilim ve hikmet varsa onu alma gayreti içinde olmuşlardır. “İlim Çin’de olsa da alınız” hadisini “nazarî ilimler” ve “fennî bilgiler” olarak anlayan ve yorumlayan İslam bilginleri Müslüman olmayan ilim adamlarına çok büyük değer vermişlerdir. Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi olmalarına aldırmaksızın sanatları ve meslekleri, ilimleri ve hikmetlerine hürmeten gereken değeri vermişlerdir.
Yüce Allah “Allah’tan ancak ilim sahipleri korkar” (Fatır, 35:28.) buyurmaktadır. İlim sahibidir ki kâinat kitabını, arz ve sema sayfalarını mütalaa ederken eserden müessire, sanattan sanatkâra, nakıştan nakkaşa, sebepten müessir-i hakikiye zihnen ve fikren intikal ederek hikmet-i hakikiye olan iman semasına çıkar ve felsefî malumatı iman ile nurlandırıp odun yığınları mesabesinde olan felsefî bilgileri “Hikmet-i Rabbaniye”ye çevirirler.
Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim'de hikmeti dört anlamda kullanmıştır: Birincisi, öğüt ve nasihat anlamında (Bakara, 2:23.) ki Kur’ân-ı Kerimi “hikmet kitabı” olarak niteler. İkincisi, anlayış ve bilgi anlamında ki ‘Biz Lokmana hikmet verdik’ (Lokman, 31:12.) buyururken kastettiği anlamlardan biri de budur. Üçüncüsü, nübüvvet anlamında ki, “Allah Davud’a saltanat ve hikmet verdi” (Bakara, 2:251.) buyururken nübüvveti kastettiği müfessirler tarafından ifade edilmiştir. Dördüncüsü ise, Kur’ân-ı Kerimin incelikleri ve derin manaları anlamında ki, “Allah kime hikmet vermişse, ona çok hayır vermiştir” (Bakara, 2:269.) “Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et” (Nahl, 16:125.) ayetlerinde bu husus ifade edilmiştir.
Din dilinde “Hikmet” genellikle “Sünnet”” olarak tanımlanmıştır. Çünkü yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde peygamberin insanlara “Kitabı ve hikmeti öğrettiği” vurgulanmıştır. (Âl-i İmran, 3:164.) İslam bilginleri peygamberin öğrettiği kitabın Kur’ân-ı Kerim, hikmetin ise “Sünnet” olduğu konusunda görüş birliği içindedirler. Peygamberin sünnetine hikmet denmesinin sebebi kavlî, fiilî ve takrirî sünnetinin “akla, ilme ve hikmet-i eşyaya uygun” olmasındandır. Allah edebin, estetiğin ve güzelliğin her çeşidini peygamberimizin hayatında ve sünnetinde toplamıştır. Peygamberimizin (sav) mucizelerinden birisi “cevamiu’l-kelim” olmasıdır ki hikmetin en önemli unsuru budur.
Peygamberimiz (sav) “Hikmetin başı Allah korkusudur” buyururken hikmetin nihaî hedefine dikkatimizi çekmiştir. Hikmet-i hakiki olan ilmin amacı Allah’ı tanıtmak ve Allah korkusunu kalplere hâkim kılmaktır. “Allah’tan gerçek anlamda âlimler korkar” ferman-ı ilâhisi bunu en güzel şekilde bize ders vermektedir.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Risale-i Nurlar ile felsefî malumatı nurlandırarak “Maarif-i İlahî” ve “Hikmet-i Rabbaniye” suretine çevirmenin metodunu ve yollarını göstermiştir. Ehl-i himmet ve ehl-i ilim olan nur talebeleri bu yoldan giderek dinsiz felsefeyi zir-ü zeber edecekler ve aklın ürünü olan felsefî bilgileri basamak yaparak marifet-i ilâhinin sırlarını onun ile açacaklardır.
Bediüzzaman hazretleri bu konuda önemli bir açılım yaparak şöyle der: “İfrat ve tefriti kıracak hadd-i evsatı gösterecek yalnız felsefe-i şeriatla belağat ve mantık ile hikmettir.” (Muhakemât, 2006, s. 47.) Burada Bediüzzaman hikmet ile felsefeyi ayırır ve şeriatın, İslam’ın felsefesi felsefesinin olabileceğini, hikmetin felsefeden ayrı bir yönünün bulunduğunu ima etmiştir. Yine “Felsefe-i Beyaniye” (Muhakemat, 141.) tabiri ile Beyan ve Nahiv ilminin de bir felsefesinin olduğunu belirtmiştir. Şiirin hikmeti ile edebiyatın felsefesinin ayrı şeyler olduğunu ima etmiştir.
Bediüzzaman eski hikmet dediği “Felsefe-i Meşşaiye” ile günümüz felsefesini mukayese ederek şöyle der: “Eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidatsız, efkâr taklit ile mukayyet, cehil avamda hükümferma olduklarından, Selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nispeten maddi cihetinde hayrı çok, yalanı az, efkâr dahi hür, mârifet hükümfermâdır. Zaten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.” (Muhakemat, 47.)
Günümüz felsefesine Bediüzzaman’ın gözü ile bakarak “Hikmet-i Rabbaniye” haline getirme görevi Nur Talebelerinin himmet ve gayretini beklemektedir.