Fetullah Gülen ile Nurcular arasında temelde büyük farklar vardır. Bediüzzaman Risale-i Nurları okuyanları kendi şahsına bağlamaya çalışmamış ve hizmetlerin Allah’ın emri olan “Meşveret ve Şura” (Âl-i İmran Suresi, 3:159; Şura Suresi, 42:38.) ile yapılması gerektiğini tavsiye etmiştir.
Fetullah Gülen ile Nurcular arasında temelde büyük farklar vardır.
Birincisi: Bediüzzaman Said Nursi “Zaman tarikat zamanı değil, cemaat zamanıdır” buyurarak şahsa bağlı bir hizmetin bu zamanda geçerli olmadığını ifade etmiştir. Bunda da Peygamberimizin (asm) “Ben size iki şey bırakıyorum; onlara sarılırsanız istikametten ayrılmazsınız. Onlar da Allah’ın kitabı ve benim sünnetimdir” (Tirmizî, Menâkıb, 31; Ahmed, Müsned, 3:14, 17, 26; Hakim, Müstedrek, 1:93.) hadisine uygun olarak talebelerini Kur’a ve Sünnete bağlanmaya ve bu zamanda iman hakikatlerini izah ve ispat eden Risale-i Nurları okuyup, onları neşrederek insanların imanlarını güçlendirip ahiretlerini kurtarmaya çalışmaları gerektiğini ifade etmiştir.
Bediüzzaman Risale-i Nurları okuyanları kendi şahsına bağlamaya çalışmadığı gibi, şahısları öne çıkaran bir yapılanmayı da ortadan kaldırmak için bundan sonra tüm faaliyetlerin, hizmetlerin Allah’ın emri olan “Meşveret ve Şura” (Âl-i İmran Suresi, 3:159; Şura Suresi, 42:38.) ile yapılması gerektiğini tavsiye etmiştir. Bediüzzaman yönetim sisteminin riyaset, yani, tek kişi yönetimi değil, seçimle teşkil edilen millet meclisinde yapılan müzakerelerle çoğunluğun kararı ile yasaların yapılıp yönetilmesi sistemi olan Cumhuriyetçi Demokrasi’yi Allah’ın “Şura Suresinde” emrettiği meşveret sistemine uygun olduğunu ve Peygamberimizin ve Hulefa-i Raşidin’in uyguladığı sistem olduğunu ifade etmiştir. Diyanet gibi kurumların da seçilmiş ulemadan oluşan “Şura”lar ile yönetilmesi gerektiğinin üzerinde durmuştur.
Fetullah Gülen yapılanması ise Fetullah Gülenin şahsını kutasayarak onun emri ile hareket eden bir grup olmuş ve bu sebeple onlara “Fetullahçılar” denilmiştir. Bu yapı ve buna benzer şahıs odaklı, şahsı kutsayan hiçbir yapı Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu Kur’ânî prensiplere ve Peygamberimizin ve Hulefa-i Raşidinin uygulamalarına uymaz. Eski zamanlarda ferdiyet ve şahsiyet zamanı olabilirdi, ama Bediüzzaman eğitimin yaygın olduğu, medeniyet fenleri ile insanların medeni olduğu bu zamanda geçerli bir metot ve sistem olmadığını açıkça ifade etmiş, kendi şahsının kutsanmasını kabul etmemiş ve şahsına bağlılığı reddetmiş ve hatta kendisini kusurlu ve hatalı görüp kendisine yapılan övgülerin hiçbirini kabul etmemiştir. “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum” demiştir. Bütün kutsiyeti ve fazileti Allah’ın kitabına, Peygamberin sünnetine ait olduğunu, Kur’an ve Sünneti bu zamanda en mükemmel şekilde ilmen, aklen ve mantıken izah eden ve iman hakikatlerini isbat eden Risale-i Nurlara ait olduğunu ifade etmiş ve bana değil, Kur’an’a ve Risale-i Nur’a talebe olun!” emretmiştir.
Bu sebeple Nurculara “Bediüzzamacı” “Bediüzzaman’ın talebeleri” denmemiş “Kur’an talebesi” ve “Nur Talebesi” denilmiştir.
İkincisi: Fetullah Gülen hocadır, nurcu olmayı kabul etmemiştir; ancak diğer kitaplardan istifade ettiği gibi Risale-i Nurları da okumuş ve istifade etmiştir. Bediüzzaman ile görüşmemiştir ve görüşmeyi de kabul etmemiştir. Bunun sebebini de “Benim Küçük Dünyam” isimli eserinde şöyle anlatır:
“Allah böyle bir dehayı niçin İslam'ın kılıcı olmuş Türklerin içinden değil de, Kürtlerden çıkarttı' diye düşündüm. Türklük gururum Said Nursi'nin ziyaretine gidip elini öpmeme engel oldu. Bediüzzaman döneminde yaşadım ve adını da duydum, Risale-i Nurları da duydum. Ancak her Erzurumlu gibi bizde biraz Turancılık vardı. Onun için ziyaret etmedim” (Zaman, 09.03.1992.) Zaman gazetesinde bu şekilde geçen ifadeler daha sonra “Benim Küçük Dünyam” şeklinde çıkan kitapçıkta “Bediüzzaman döneminde yaşadım ve adını da duydum, Risale-i Nurları da duydum. Ancak her Erzurumlu gibi bizde biraz Turancılık vardı. Onun için ziyaret etmedim” şeklinde yayılanmıştır.
Görüldüğü gibi Fetullah Gülen’de aşırı Türkçülük akımı olan Turancılık hakimdir. Bediüzzaman hazretlerini Kürt kökenli olduğu için ziyaret etmediğini açıklamaktadır. Yine aynı sebepden dolayı Bediüzzaman’ın cenazesine yüzbinlerce insan katılmasına rağmen Gülen katılmıyor.
Ama ne ki, Fetullahcılar halk arasında kendilerini Nurcu göstererek “Nurcuları” da Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nurları da istismar etmekten çekinmemiş ve bunu kasıtla yapmaya ve kendilerini öne çıkararak faydalanmaya devam etmişler, hatta Bediüzzaman’ın yakın talebeleri dahi “Risale-i Nur hizmetini Fetullah hoca yapıyor” demeye başlamışlardır. Fetullah Gülen’e “Hoca” diyenlere “Neden Hocaefendi demiyorsunuz?” demeye başlamışlardır. Bu sebeple Fetullah Gülen ile barışmayan ve Risale-i Nur hizmetini istismar ettiği için karşı duruş sergileyen Yeni Asya’ya karşı da bir duruş sergilemişlerdir.
Üçüncüsü: Fetullah Gülen’in Musatafa Kemal’e yakın duruşu, ihtilalleri desteklemesi ve ihtilalcile ile içli dışlı olması ve onlara methiyeler düzmesi de bir başka farklılıktır. Kemalizmi hiç eleştirmemesi; 28 Şubat MGK’sına “müçtehit” payesi vermesi; din derslerini anayasayla zorunlu kıldığı için Evren’i “cennetlik” ilân etmesi; “Şefaat yetkim olsa Ecevit için kullanırım” demesi; bürokraside kadrolaşıp devlette etkin hale gelmeyi teşvik eden bir strateji takip etmesi; Bediüzzaman’ın “dinsizliğe karşı Müslüman-Hıristiyan ittifakı” olarak ifade ettiği yaklaşımı, sınırı belirsiz ve suiistimale açık bir “dinler arası diyalog” arayışına dönüştürmesi de onun Bediüzzaman’ın mesleğini değiştirme çabası içinde olduğunu gösteren bir başka farklılıktır.
Dördüncüsü: Bediüzzaman ve Nurcuların Kur’an ve Sünnet anlayışındaki salabeti ile Fetullah Gülen’in tavizkar ve Şia’nın “Takiyyeci” anlayışını benimsemesi bir başka önemli farklılıktır. Bunun en açık örneği Bediüzzaman’ın Sünnet olan “Sarığı” ne resmi makamlarda ve ne de mahkemelerde başından çıkarmaması ve “Bu sarık bu baş ile beraber çıkar” demesi, Fetullah Gülen’in ise özellikle 28 Şubat döneminde Allah’ın Kur’an-ı Kerimde “Farz-ı Ayn” olarak emrettiği başörtüsünü “Furuattır” diye başlarını açmalarına izin vermesidir. Bunun gerekçesi olarak da “Okumak farzdır. Başınızı açıp okuyabilirsiniz” demesidir.
Bediüzzaman Said Nursi gençliğinde ve İstanbul’a geldiği yıllarda başına sarık sarmaz. Başında kalpağı vardır. Ancak 30 Kasım 1925’te diğer bazı dinî kıyafet ve kisvelerle birlikte yasaklanan sarığın giyilmesine bu kez cezaî müeyyide getirmesi üzerine sarık, “şeâir”den bir Sünnet olduğu için, farz-ı kifâye nev’inden olup, bunun mutlaka birileri tarafından giyilmesi, sarılması gerekiyordu. Bediüzzaman bunu üzerine aldı. Haksız-hukuksuz “sarık yasağı”nın uygulamaya konulmasından sonra, boynuna ikinci bir sarığı dolayan Bediüzzaman, tâ vefatına kadar da o sarığı başından hiç çıkarmadı ve çıkarttırmadı.
Nitekim, Ankara Valisi Nevzat Tandoğan gibi gaddar bir idarecinin, 1943’te başındaki sarığı “cebren ve hile ile” çıkartma çabasına mukabil, ona şu cevabı vermişlerdir: “Bu sarık, bu başla beraber çıkar! Ben sizin ecdadınızı temsil ediyorum. Başından bulasın Nevzat!” Ve bu bedduayı alan vali Tandoğan ise, 1946 ortalarında bunalıma girip tabancasıyla intihar ederek “başından” buldu.
1943 yılı Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin ilk duruşmasında, mahkeme reisi Bediüzzaman’a hitaben “Burası resmî devlet dairesi. Buraya öyle başı sarıklı girilmez. Onu çıkarmanız lâzım. Ben de burada devlet memuru olarak diyorum ki ‘Lütfen çıkarınız!” demesine mukabil Bediüzzaman, “Kendinizi yormayın, zorlamayın hâkim bey. Sarığı çıkarmam, başımı da açmam. Vali Nevzat da uğraştı, ama çıkaramadı” der.
Hâkim: “Buraya vali gelse, onun da başı açık durması lâzım” diyince;
Bediüzzaman: “Ben bu sarığı çıkarmam. Ancak başımla beraber çıkar. Varın, siz de kendinizi boşuna yormayın, zorlamayın. Çıkartamazsınız. Zira, M. Kemal de çıkartamadı” buyurur. (Latif Salihoğlu, Yeni Asya, 30 Kasım 2016.)
Fetullah Gülen ise bu konuda şöyle demektedir: “Başın örtülmesi kulluk meselesi ölçüsünde önem arzetmez. Teferruata aid meselelerdir... Teferruata boğulmayalım. Küçük şeylere büyük şeyleri feda etmeyelim.” (Hürriyet, E. Özkök- Gülen röportajı, 23 Ocak 1995.) “Ülke ve millet adına okumak mı yararlıdır, okumamak mı? Dinin füruata aid bir meselesinde, bu denli hassas olmak mı, yoksa tercihini başka istikamette kullanmak mı gerekli? Bana göre okumayı tercih etmelidirler.” (Gülen Röportajı, 13 Mart 1998 – Akşam.) ifadeleri ile farz bir emrin önemsiz olduğu imajını vermiş ve darbeci zihniyetin yanında yerini almıştır.
Beşincisi: Bediüzzaman vatanperverdir. İslam bilginleri eserlerini özellikle Arapça yazdıkları halde Bediüzzaman Türkçe olarak yazmış, yazdırmış, daha önce Arapça telif ettiği “İşâratu’l-İ’caz” ve “Mesnevi-i Nuriye” eserlerini de kardeşi Abdulmecid’e Türkçe’ye tercüme ettirmiştir. "Kürt-Türk kardeştir, uhuvvet-i İslamiye ile birbirine bağlıdır” buyurmuş ve “Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz; mecmuumuz iyi bir insan oluruz” demiştir. Yine Bediüzzaman Şeyh Said’in isyan etmek için Bediüzzaman’dan yardım istediği zaman "Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok velîler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir" diye cevap gönderiyor.
Van'da inzivada olduğu mağaradan çıkarılıp Anadolu'ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken, yollara dökülüp, “Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan'a götürelim" diye yalvaran silahlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara, "Ben Anadolu'ya gideceğim, onları istiyorum" diyerek, hepsini teskin ediyor. (Tarihçe-i Hayat, 135.)
Daha sonra mahkemedeki müdafaalarında “Ben, herşeyden evvel Müslümanım ve Kürdistan'da dünyaya geldim. Fakat, Türklere hizmet ettim ve yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış. Ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak kudsî hizmetimin muktezası olduğundan, bana Kürd diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakîki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim” (Tarihçe-i Hayat, 202.) demiş ve tam bir vatanperver olduğunu göstermiştir.
Aynı şekilde Denizli hapsinden sonra Emirdağ sürgününde: “İmanı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmânına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’ân’dan aldığım dersle karar verdim” (Emirdağ Lâhikası, s. 179.) demektedir.
Abdulkadir Badıllı üstada ilk gittiği zaman Kürt milliyetçilerinin serdettiği anlamda bir takım sözler sarf edince Üstad onu Zübeyir abiye teslim edip, “Bunun kafasını düzeltin öyle getirin” dediği bilinmektedir.
Bediüzzaman böyle bir vatanperverdir, Risale-i Nur talebeleri olan Nurcular da böyledir. Fetullah Gülen ise en küçük bir takibattan kurtulmak ve kendisini ve davası varsa davasını müdafaa etmek için bu vatanda kalmak yerine Amerika Birleşil Devletlerine iltica etmiş ve maalesef ülkeyi terk etmiştir. Önemli bir fark da budur. Ülkeyi terk edenlerin başka ülkeler tarafından ülke aleyhine kullanılmayacağını kimse garanti edemez.
Altıncısı: Siyasi anlamda Fetullah Hoca’nın siyasi bir fikri ve düşünce sistemi yoktur. Tamamen pragmatist ve kenarda bekleyip her iktidara geleni destekleyen veya öyle görünen ve bunu da “hizmet” ve “siyasetten uzak durma” adı altında anlatmaya çalışan ilkesiz ve çıkarcı bir yaklaşımdır. Yine “Siyasal İslam” düşüncesi ve “İktidar Hedefi” güden bu nedenle hiçbir siyasiye de güven vermeyen bir tavır sergilediği de gözlerden kaçmamaktadır.
Nurcular ise Bediüzzaman'dan aldıkları Siyasi ve İçtimai ölçüler ile daima "Ahrar ve Hürriyetçi" çizgiyi takip etmişler ve 1950'de DP, sonra 1965-80 arası DP'nin devamı olan Hürriyetçi Demokrat AP'yi, 12 Eylül İhtilal sonrası ihtilal ürünü hiçbir partiyi desteklemeyerek AP'nin devamı olan BTP ve DYP'yi 28 Şubat sonrası ise yine DYP vu günümüzde yine Demokratların devamı olan DP'yi destekleyerek siyasette Hürriyetçi Demokrat duruşlarını göstermiş ve ülke için Demokrasi'den başka çare olmadığını ısrarla göstermeye devam etmişlerdir. Bu konuda tavizsiz istikrarlı ve ilkeli bir duruş sergilemeye devam etmektedir.
Yedincisi: Sosyologlar Fetullahcılığı “Eğitim üzerine kurulmuş elemanları maaşla çalışan ticari bir şirketeler grubudur” şeklinde tarif ediyorlar. Bence de güzel bir tariftir. Bunun tehlikesi dini ve dini değerleri “eğitime hizmet” adı altında istismar ederek “ticaret ve paranın” hizmetine vermeleridir. Burada dünyevi amaca uhrevi yolla ulaşma kurnazlığı yatmaktadır. Bu husus ise Kur’ân-ı Kerimin “Onlar peşin olan dünya hayatını seviyorlar ve çetin bir gün olan ahireti arkalarına atıyorlar.” (İnsan Suresi, 76: 27.) ayeti ve Peygamberimizin (sav) “Dini dünya amacına kullananlara yazıklar olsun!” (Deylemi, 3:42; İbn Asakir, 5:57; Kenzü’l-Ummal, 10:206.) hadisi ile yasaklanan bir durumdur. Peygamberler “Bu hizmete karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şuara, 26:127, 145, 164, 180.) buyururlar. Yüce Allah Yasin Suresinde “Sizden ücret istemeyen peygamberlere tabi olun” (Yasin Suresi, 36:21.) buyurarak ücret ve menfaat karşılığı din hizmeti yapanlara aldanmamak ve onlara ücret vermeyi yasaklamaktadır. Din ve iman hizmeti bilâ-ücret, yani, ücretsiz Allah rızası için yapılan hizmettir.
Peygamberimiz (asm) “Ahir zamanda bazı kimseler çıkacak ve dini dünyaya alet edecekler, insanlara yumuşak görünmek için kuzu derilerine bürünecekler ve dilleri şekerden tatlı, fakat kalpleri kurt kalbidir. Allah şöyle buyurur: Benim affıma mı güvenip gururlanıyorsunuz, benim rahmetime mi güvenip cesaretli davranıyorsunuz, şanıma yemin ederim ki onlara kendimden bir imtihan vesilesi göndereceğim, yumuşak huylu olanlar bile şaşkına çevrilecektir.” (Tirmizî, Zühd, 60) buyurur. Bu sebeple Bediüzzaman kimseden hediye dahi almadığı gibi talebelerine de bunu yasaklamıştır.
Bediüzzaman buna “Nasdan istiğnâ” düsturu” demekte ve sebebini de Mektubat isimli eserin “İkinci Mektubunda” açıklamaktadır. (Mektubat, 2005, s.27-29.)
Bu sayılan sebeplerden dolayı Fetullahcılık dini bir hizmet metodu ve dine hizmet yolu da değildir. Kişi veya kurum ticaret yapacak ve para kazanacaksa bunu başkasından hayır toplayarak değil, üreterek, üretime katkı sağlayarak ve kendi ürününü satarak yapmalıdır. Dinde helal kazanç yolu budur. Sonra bu helal kazancın Zekatını fakir müslümanlara ve hayır kurumlarına vererek dine hizmet eder veya gönülden bağlı olan bir hizmet vakfına bağışta bulunur.