SİYASET
12.9.2023 18:59

Hıristiyanlarla İttifak

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Hıristiyanlarla İttifak

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde “Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiilerden her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerlerse, elbette bunların Rableri katında mükafatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” (Bakara, 2:62; Maide, 5:69) buyurarak onları iman etmeye davet eder.

Yüce Allah Kur’an-ı Kerimde “Şüphe yok ki, iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiilerden her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman eder ve salih amel işlerlerse, elbette bunların Rableri katında mükafatları vardır. Onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır” (Bakara, 2:62; Maide, 5:69) buyurarak önce iman etmeye davet eder. Bu ayetin ifade ettiği manayı anlamak için “Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman ederse” ifadesini iyi anlamak gerekir. Bunun için de ayeti Kur’anın bütünü içinde ele almak icap eder. Diğer ayetlerden bağımsız ele alındığı zaman yanlış anlaşılmalar elbette olabilecektir.

Kur’ân-ı Kerim “Yahudi veya Hristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız diyenlere ‘Hayır! Hanif olarak ibadet eden İbrahim'in dinine uyunuz. O hiçbir zaman müşriklerden olmadı” (Bakara, 2:135) ayetinin ışığında bakmak gerekir. Nitekim “İbrahim, ne Yahudi ne de Hristiyan’dı; Hanifti ve Müslümandı ve Allah'a ortak koşanlardan da olmamıştı” (Âl-i İmran, 3:67) ayeti kurtuluşun ancak “Tevhit İnancı” ile olduğunu açıkça bize anlatmaktadır.

Tevhit ekseninde baktığımız zaman Allah’ın birliğine inanan Müslümanlar ile Hıristiyanlar medeniyet eleştirisinde ittifak halinde olmalıdırlar. Zira Allah’a ve ahirete inananların görevlerinden en önemlisi içinde bulundukları çağın dine karşı meydan okumasında karşı çıkmaktır. Tarih boyunca her çağda şeytanın nefisleri şımartarak Allah’ın teşrii iradesine karşı meydan okuyarak dinin prensipleri yerine kendi heva ve heveslerinden kaynaklanan arzî ve nefsani değerleri oluşturmaya çalışmış ve insanlığın saadetinin ancak bu yolla mümkün olacağını iddia etmişlerdir. Medeniyetlerini de nefsi şımartmak ve dünyevi ihtiyaçları çoğaltmak suretiyle ortaya koymuşlardır. Ama ne ki bu insanlığı felaketten felakete sürüklemekten başka bir şeye yaramamıştır.

Hıristiyanlık inancına damgasını vuran hususların başında Hz. İsa’nın (as) kendi zamanındaki kötülüklere meydan okumasıdır. Bunun en başında da dünyevî ve siyasi iktidar gücü ile din adamlarının hileli bir iş birliği içinde olması gelmektedir. Dini doğru bir şekilde yaşamak isteyenleri dışlayarak kendi fikirlerinde ve siyasi düşüncelerinde olan gruplara hukuki ve özel ayrıcalıklar sağlayan inhisarcı bir dindarlıkla da Hz. İsa (as) mücadele içinde olmuştur. Benzer şekilde Arabistan’ın Allah’ın kutsal evi olan Kâbe’yi putlarla dolduran ve puta tapıcılık ile Kabe’ye hizmeti bir araya getiren resmî bir dindarlık taassubu ile Tevhit inancına karşı savaş açan bir topluluğa karşı Hz. Muhammed (asv) karşı duruş sergilediğini görürüz.

Her iki dönemde de tevhide ve ahirete inançsızlıktan kaynaklanan dünyayı kazanma arzusu hürmet, merhamet, emniyet duygularının tamamen yok saymış, haram ve helal inancının kaybetmiş, istibdat ve baskıdan başka hiçbir manevi değere itaat edilmemiş ve bu nedenle her bakımdan topluma anarşi ve başıboşluk hâkim olmuştur.

İçinde bulunduğumuz çağ da benzer hadiselerin yaşandığını görmezlikten gelemeyiz. Her yerde Allah rızasını esas alan samimi inanç sahiplerine karşı meydan okumaların olmadığını da söyleyemeyiz. Bu da genellikle “çağa ayak uydurma” “medeniyet ve modernlik” adına yapılmaktadır. Akıl ve teknik bilginin ortaklaşa oluşturduğu ve insan hayatını kolaylaştıran günümüz medeniyeti dine aykırı olmamakla beraber nefis hesabına hareket ettiği ve Allah rızasına aykırı gittiği için Allah’a ibadet ve şükürden uzak bir hayat tarzını kabul etmekte ve dine ihtiyacını hissetmemektedir. Kendi kafalarının uydurdukları felsefi düşüncelerle nefis hesabına hareket ederek dünya hayatının saadetine hizmet etmeyi akıllılık kabul etmektedir. Bu nedenle Allah rızasını esas alanların Allah rızasına ve ahiret hayatını kazanmaya yönelik olmayan bu durumu tenkit etmeleri ve kendilerinin de bundan kaçınmaları gerekmektedir. Zira bu durum sosyal, siyasi ve ticari ahlakın bozulmasına ve hukuk ihlalleri ile pek çok zulümlere sebep olmaktadır. Bu nedenle ahlakı ve hukuku esas alan ve her nevi ahlaksızlığa ve zulme karşı olan samimi Müslümanların ve Hristiyanların beraber hareket etmeleri gerekmektedir.

Siyasilerin dünyevi ihtirasların sonucu II. Dünya Savaşı ile insanlığı kan ve gözyaşına boğduğu 1940’lı yıllarda Bediüzzaman Said Nursi hazretleri samimi dindarlara şöyle sesleniyor ve “Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanların dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, nizaa etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor” (Emirdağ Lâhikası, 1:202) diyordu. Zira Bediüzzaman her nevi ahlaksızlığın ve zulmün sebebinin imansızlıktan ve dinsizlikten kaynaklandığını çok iyi tespit etmişti. Bediüzzaman’a göre dinsizliğin ahlaksızlık ve zulümle insanlığı hücum ettiği bir zamanda Allah’a inanan dindar Müslüman ve Hristiyanların hangi farklı mezhebe mensup olursa olsun aralarındaki farklılıkları bir tarafa bırakarak dini, ahlakı, barışı ve adaleti korumak için bir beraber hareket etmeleri elzemdir.

Bediüzzaman burada medeniyete değil, medeniyetin barışa, sevgiye, yardımlaşmaya, ahlaka ve adalete hizmet etmesi gerekirken kavgaya, zulme, ahlaksızlığa ve düşmanlığa alet edilmesine karşı çıkmaktadır. Bediüzzaman’a göre adalet ve hakkaniyete hizmet eden gerçek medeniyet Kur’an’dan ve semavi dinlerden alınmıştır. (Muhakemat, 1999, s. 46–47) Bu bağlamda Bediüzzaman Avrupa’yı da ikiye ayırır. Birincisi hakiki İsevilikten aldığı feyz ile insanlığa faydalı sanatları yapan, adalet ve hakkaniyete hizmet eden ilimleri takip eden Avrupa; ikincisi de tabiatçı felsefenin zulmetiyle medeniyetin kötülüklerini mehasin ve iyilik zannederek insanlığı dalalete ve sefahete sevk eden Avrupa’dır. (Lem’alar, 1999, s. 111) Bediüzzaman birinci Avrupa ile barışıktır, ikincisi ile de mücadele halindedir. İnkarcı ve tabiatçı felsefenin insanlığa hediye ettiği ahlaksızlık, zulüm ve haksızlığa karşı birinci Avrupa’yı temsil eden hakiki dindar Hristiyanları yardıma çağırmakta ve beraber mücadele etmeye davet etmektedir.

Bediüzzaman Said Nursi’nin dinsizliğe karşı mücadele için Hristiyanlarla ortak mücadele etmeye çağırdığı 1940’lı yıllar ateist komünizmin Doğru Avrupa’yı istila ettiği ve bütün dünyayı tehdit etmeye başladığı bir döneme rast gelmesi de önemlidir. Bediüzzaman’ın bu çağrısı Kur’ânın “Ey ehl-i kitap! Gelin aramızda ortak bir kelimede birleşelim, Allah'tan başkasına ibadet etmeyelim, O'na hiçbir ortak koşmayalım” (Âl-i İmran, 3:64) ayetine de uygundur. Allah rızası için bir araya gelenlerin elbette Allah’ın razı olacağı bir şekilde bu birlikteliği devam ettirmesi gerekmektedir ki o da küfre ve şirke karşı “Tevhit” hakikatine iman etme ve “Tevhidi” müdafaa etmek şeklinde olacaktır.

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Düşman” mefhumunun üzerinde durur ve bu mefhumun ifade ettiği mananın tüm insanlığı tehdit eden yönüne bakar. “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır” der ve “bu üç düşmana karşı sanat, marifet ve ittifak silahı ile cihat etmek” gerektiğini vurgular. Benzer yaklaşımları St. Paul’ün yazılarında da görmek mümkündür. O da bir yazısında “Bizim mücadelemiz beşeri güçlere karşı değildir, bu dünyaya hükmeden karanlık güçlere karşıdır” demiştir. (Prof. Dr. Thomas Michel, Hz. İsa’nın Geri Dönüşü, 2004, s. 17)

Bediüzzaman ayrıca 1910 yılında Şam Emevi Camiinde okuduğu meşhur “Hutbe”sinde gerçek medeniyetin üzerine inşa edileceği hususları belirtirken, Allah’ın rahmetinden ümitvar olmak yanında doğruluk ve muhabbet gibi manevi değerlerle hareket edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. “Muhabbete en layık şey muhabbet ve husumete en layık sıfat da husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı en ziyade muhabbete ve sevilmeye layıktır” (Hutbe-i Şâmiye, 1996, s.49) buyurarak muhabbetle hareket edilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. Düşmanlığın kimseye faydası yoktur.

İki dünya savaşı sonrasında Ortadoğu’da yaşanan kavgalar ve katliamlar, gerek Müslümanlar gerekse barışa hizmet etmeyi amaç edinen Hristiyanlar açısından barışa, sevgiye ve muhabbete ne kadar ihtiyacımızın olduğunu göstermekte, Müslüman-Hristiyan ittifakının önemini gözler önüne sermektedir.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol