SİYASET
22.9.2023 19:05

Hürriyet ve İstibdat

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Hürriyet ve İstibdat

Dinde de “Farzlar, haramlar, vacipler, sünnetler, mekruhlar, mubahlar ve müfsitler” gibi kanun ve kural hakimiyeti vardır. Başta peygamberler olarak bütün inananlar bu kanun ve kurallara uyarak Allah’a itaat ve ibadet ederler. Bu durum da kainatta ve insan hayatında kanun hakimiyetinin düzeni sağlayacağının ifadesidir.

Hürriyet Nedir?

“Saadet evimiz değil, içimizdedir” der Descartes. Allah insanı kendi suretinde yarattı. İnsan ise Allah’ı kendi içinde bulmuştur. Kişi Allah’a tevekkül ettiği sürece hürdür. Dünya büyük bir buhran geçiriyor, bunun sebebi kalbindeki Allah’a iman ile hür olmamasıdır. Bu insanların enerjisini, bilgisini ve faziletini çoğaltır. İşte o zamanınsan tam hür olabilir. Hürriyet de bunları sağlamalıdır.

Hürriyetin en geniş şekli olan Hürriyetçi Demokrasilerde dahi imanlı fazilet olmadığı içinin buhrandan kendisini kurtaramamaktadır. Dikta ile yönetilen ülkelerde insanın ve toplumun siyasi hürriyetlerinden bahsetmek mümkün değildir. Ancak fertler imanları ve Allah’a olan tevekkülleri sayesinde kendilerini hür hissedebilmektedir. Zira hürriyet imanlı kişinin içindedir.

Allah insanı hür yaratmıştır, ancak güçlüler güçlerini kullanarak insanları köleleştirmekte ve onların hürriyetlerini sınırlamaktadır. Bundan zulüm doğmaktadır. İnsan ya hür olacak veya hiç olmayacaktır. Zira baskı ve istibdat insanın iradesini işlevsiz hale getirir ve onun kabiliyetlerinin gelişmesini engeller. İnsanlığın maddi ve manevi terakkisinin en büyük engeli budur. Bu sebeple devletin varlık sebebi ve en birinci görevi insanların temel hak ve hürriyetlerini korumak ve hürriyetin önündeki engelleri kaldırmaktır.

Hürriyet iyiyi yapmak içindir. Kötüyü, yapmak ve suç işlemek hürriyet değil, başkasının haklarını gasp etmek ve suç işlemektir. Suç işleme hürriyeti olamaz. Zira bu hürriyeti ortadan kaldırır, Hürriyet, hürriyeti yok etmek için kullanılamaz.

Hürriyetlerin Kazanımı

1789 İnsan ve Vatandaşlık Hakları Bildirgesi hürriyeti “Başkasına zarar vermeyen her şeyi yapabilmektir” şeklinde tarif eder. Bu tarif maalesef eksik ve noksandır. Bediüzzaman “Hürriyet insanın ne nefsine ve ne de başkasına zarar vermeden doğru olanı yapmaktır” şeklinde tarif eder. Doğrusu da budur. Zira insanın kendisine zarar verme hakkı da yoktur. Çünkü, insanın nefsi kendi mülkü değildir ve Allah’ın ona emanetidir. O emanet ihanet etmeden yaratılış ve veriliş amacına uygun kullanması gerekir. Bu sebeple nefsine de zarar veremez, onu korumak durumundadır.

Hür esirin zıddıdır. 4 Temmuz 1776’da Amerikan Bağımsızlık Demecinde “Fert kendi mukadderatının bizzat tayin eder” der. Bu Aziz Saint Thomas d’Aquin’in “Hür olmak kendi hayatını bizzat düzenlemek ve bunu maddeten yapabilmektir” sözünden kaynaklanmaktır. “Ben böyle düşünüyorum” diyebilen insan hürdür. Eski Yunan Hakimi Perikles hürriyet için “İktidarın teşebbüslerine muhalefet cesaretidir” der.

Alman filozofu Hegel “Hürriyet, kanuna itaattir” der. Böylece hürriyetin Hukuk Sistemi ve Hukukun Üstünlüğü prensibi olduğunu ifade eder. Zira hukuka uymak hürriyeti, uymamak ise cezayı gerektirir. Hukuk, kanun hakimiyeti demektir. Kanunlar ise üstün akıldır ve doğru olanı yapmanın kurallarıdır. Adam öldürmek veya hırsızlık yapmak yasaktır ve suçtur. Katili ve hırsızı yakalamak ve ceza vermek hürriyeti sınırlamak anlamına gelmez. Yasaların da akla ve adalete uygun olması gerekir.

10 Aralık 1948 “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nin kabulünden sonra hürriyetlerin tarifi ve tasnifi meselesi gündeme gelmiştir. Bu hürriyetlerin başında “Din ve Vicdan Hürriyeti” ve “İlim-Düşünce ve İfade Hürriyeti” gelmektedir. Hürriyet bireysel hürriyetlerdir ve önemli olan ferdin hürriyetidir. Fertlerin hür olduğu toplum da hür olmuş olur. Sonra siyasi ve ekonomik hürriyetler gelir.

Kanun Hakimiyeti

Bütün varlıklar kanunlara tabidir; kanunlara uyarak düzen oluştururlar. Kanunsuzluk düzensizliği, anarşi ve kaosu doğurur. Allah’ın kanunları vardır. Kitaplarına kanun denir. Kader de Allah’ın kanunudur. Maddenin hareketinden meydana gelen akıl ve zekadan yoksun kainatın belli kanunlara uygun hareket etmesi gerekir ki düzen olsun ve hayat devam etsin ve tekamül kanunu işlesin. Bu da yüce yaratıcının ilim, irade ve kudretinin, hikmet, adalet ve inayetinin varlıktaki tecellisi ile olur.

İnsanlar kanun ve kural koymadan önce de belli kurallara uygun bir şekilde hareket ediyorlardı. İnsanın kanunlarından önce ilahi adaletin yasaları vardı. Kainatta her varlık bu kanunlara uyarak düzeni ve hayatı oluşturur. Kanunlara uymayan irade ve akıl sahibi insanlardır. Allah tarafından insana hürriyet, cüz’î ilim, irade ve akıl kendi hayatını düzenlemek ve varlıklar üzerinde tasarruf etmek için verilmiştir. Ancak saf akıl düzeni kurmak ve adaleti sağlamak için yeterli olsaydı insanlar arasında bu kadar haksızlık ve zulüm olmazdı. Çünkü insanlarda nefis ve ona bağlı olarak hissiyat ve bedeni zevkler vardır. Nefis ise rahata ve tembelliğe meyyaldir. Bundan menfaat kavgası doğar. Bu da haksızlık ve adaletsizliği netice verir. Yüce Allah bunu önlemek için “Vahy” ile insanlara “Hak ve Adaleti” sağlayacak kuralları, emir ve yasakları koymuştur. İnsanların oluşturduğu Hukuk Kuralları ve Yasalar Allah’ın emir ve yasaklarına göre tanzim edilmiştir.

Dinde de “Farzlar, haramlar, vacipler, sünnetler, mekruhlar, mubahlar ve müfsitler” gibi kanun ve kural hakimiyeti vardır. Başta peygamberler olarak bütün inananlar bu kanun ve kurallara uyarak Allah’a itaat ve ibadet ederler. Bu durum da kainatta ve insan hayatında kanun hakimiyetinin düzeni sağlayacağının ifadesidir. Meselâ, namaz, oruç, hac ve zekat gibi emirler ve ahlaki kurallar bunun en güzel şekilde ispat eder. İşte buna “Kanun Hakimiyeti” denir.

Tabiat / Fıtrat Kanunları

Varlık aleminde her şey fıtrat kanunlarına uygun hareket eder. Bunlar Adetullah ve Sünnetullahtır. İnsan hiçbir şey bilmeden dünyaya gelir taallümle tekemmül eder. Fıtrat kanunlarını keşfederek kendi lehinde istimal ederek hayatı kolaylaştırır ve terakki eder.

İnsan menfaatine düşkün ve nefsine meftun olduğu ve cahil olduğu için daima yanlış yapar, deneme ve yanılma ile tabiata bakarak terakki eder. İnsan doğuştan bilgi getirmez; ama bilgi edinme kabiliyetini getirir, ta ki tüm kainatla alakalı olan ihtiyaçlarını temin etmek için varlıktan istifadeyi öğrensin. Bunun için ihtiyaç medeniyetin üstadıdır.

Yüce Allah insanı harekete geçiren hayatını devam ettirmek için “Rızık Kanunu” adı altında bir kanunu hakim kılarak bütün canlıları bu kanuna uymak zorunda kılmıştır. Bütün canlıların hayatı bu kanun üzerine cereyan eder. Rızık kanuna işlerlik kazandıran ise “Yardımlaşma Kanunudur.” Bundan “Şefkat ve Merhamet Kanunu” ortaya çıkar. İnsan acizdir her şeyden korkar. Güçlünün himayesine muhtaçtır. Bundan “Korunma Kanunu” ortaya çıkar. İnsan fıtraten medeni olduğu için toplum içinde yaşamaya mecburdur. Bundan yardımlaşma için “Toplu Halde Yaşama” kanunu doğar.

Kanun nedir?

Kelimenin anlamı zamanla ahlâkî, dinî, içtimaî, siyasî, ilmî vb. konularda söz konusu edilebilecek her türlü esas, usul ve kaideleri (din, dünya, âhiret, şeriat, hisbe, edep, davranış, usul, siyaset, dil, nahiv, tıp kanunları tamlamalarında olduğu gibi) kapsayacak şekilde geniş bir kavramdır.

Kanun kelimesi, kazandığı “dünya ve âhiret işlerinde ölçüt alınması gereken dosdoğru kurallar” (hayat düsturu) anlamına uygun bir hukuk terimi olarak Hıristiyanlık’ta kilise hukukunu ve kilise konsillerinin kararlarını (Canon Law), İslâm’da ise şer‘î hukuku (el-Kānûnü’ş-Şer‘î) ifade etmekte de kullanılmıştır. Ancak İslâm hukuk terminolojisinde kanun kelimesiyle daha çok devlet başkanının belirli alanlardaki yasama yetkisine istinaden özellikle idare, ceza, anayasa ve maliye hukuku alanlarında yürürlüğe koyduğu kurallar ve yaptığı düzenlemeler kastedilmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi’ye (ra) göre şeriat, kanun ve yasalar demektir. “Şeriat, insanlardan sudur eden ef'âl-i ihtiyariyeyi bir nizam ve bir intizam altına alıp tahdit eden kaidelerin hülâsasıdır veya devletin işlerini tanzim eden nizamların, düsturların, kanunların mecmuasıdır. Kezalik, tabiat denilen şey de, âlem-i şehadetin uzuvlarından ve eczalarından sudur eden ef'âl arasında bir nizam ve bir intizamı ika eden İlâhî bir şeriat-ı fıtriyedir. Binaenaleyh, şeriat ile devlet nizamı, mâkul ve itibarî emirlerden oldukları gibi, tabiat dahi itibarî bir emir olup, hilkatte, yani yaratılışta câri olan âdetullahtan ibarettir.” (İşaratu’l-İ’caz, 203.)

Bediüzzaman’ın tarifi ile iki nevi kanun vardır. Birincisi Allah’ın irade ve kudretinin eseri olan ve tabiatta cari olan kevnî tabiat kanunları, ikincisi Allah’ın Kelam sıfatından çıkan ve insanların iradi fiillerini düzenleyen vahy ile insanlara bildirilen “emir ve yasaklardır.” Her ikisine de şeriat denir. Ayrıca yüce Allah insanların hayatlarını ve içtimai, siyasi ve hukuki hayatı düzenleyecek “Meşveret”ten ve “İhtiyaçtan” doğan ve “Maslahat” gereği olan aklın ortaya koyduğu yasaların yapılmasını ve dünyada adil bir düzenin kurulmasını da irade etmiş, peygamberleri ile insanlara göstermiş ve bundan razı olmuştur. Müçtehitleri, yöneticileri, kadıları ve müftüleri buna yetkili kılmıştır.

Toplumda Yaşamanın Kanunları

İnsan toplumda yaşamakla kendisini güvende hisseder. Bu defa toplumu kendi lehinde kullanmaya çalışır. Birlikten kuvvet doğar. Kuvvetli olan zayıfları kendisine hizmet ettirmekle güçlenmek ister. Bundan savaş hali doğar. İnsanların gerek fert gerekse cemaat halinde tecavüz etmemeleri ve adalet için kanun ve kurallara ihtiyaç duyar. Kurallar olmazsa imtiyazlar ortadan kalkmaz ve adalet oluşmaz.

İnsan ihtiyaçlarını gidermek için eşyaya sahip olmak ister. Bu istekten Mülkiyet doğar, mülkiyeti elde etmek için, birikim ve bölüşüm ve ticaret doğar. Bu konuda adaleti sağlamak için hukuk ilmi ortaya çıkar. Bütün bunlar bir yöneticiyi zorunlu kılar. Bu sebeple toplum hükümetsiz yaşayamaz. Bütün güçlerin birleşmesi siyasi devlet denen şeyi meydana getirir. Devlet kuralsız olmaz. Bu da yasa demektir. Yasalar ise ya yazılı veya yazısız olur. Yazısız olana “Gelenek, Örf ve Adet” denir. Yasalara bağlı olan ve yasaları uygulayana “Hükümet” denir.

En adil hükümet fıtrata en uygun olandır. Siyasi kuvvet birçok kişinin birleşmesini ve ortak menfaatini gerektirir. Toplum tek kişinin keyfi yönetiminden zarar görür. Güç menfaat için tecavüzü meşru görür. Bundan zulüm çıkar. Bunun için adil yönetim toplumun her kesimi ile istişareyi ve ortak menfaatleri gerekli kılar. Böylece adil yönetim meşveretle yönetim olduğu ortaya çıkar.

İradelerin ve akılların birleşmesi istişare ile olur. İstişarede hüküm eksere göre verilir. Bundan medeni devlet doğar. Medeni devlet kanun hakimiyetini sağlayan devlettir. Kanun hakimiyeti şahıs hakimiyetini engeller. Bundan “Demokrasi” doğar.

İki Nevi Yönetim

İki türlü yönetim vardır. Hürriyetçi (Cumhuriyet) ve baskıcı (İstibdat) yönetimi. Bunların ismi ne olursa olsun yönetim şekli ya baskıcı veya hürriyetçidir. Hürriyetçi yönetimden adalet ortaya çıkar.

Demokraside yöneticisini halk seçer. Halkı etkileyen korkular, kaygılar, beklentiler ve milli manevi değerlerdir. Halk bilinçli olmazsa bunlardan etkilenir. Bu durumda demagoglar halkı etkileyerek liyakatli olanların seçimini engeller. Bundan zulüm ve fakirlik doğar.

Halkın haber alma hürriyeti engellenirse yanlış karar verir. Bu yanlıştan liyakatsizlik çıkar. Liyakat olmazsa adalet zulme inkılap eder. Seçme yeterliliği olanların çoğunun seçilme yeterliliği yoktur. Başkasının yönetimini denetler; ama kendisi yönetemez. Demokraside oy kullanmanın çok büyük sonuçları vardır. Siyasi, sosyal, ekonomik, dini, ahlaki ve hukuki sonuçlar doğurur.

Fazilet ve Erdemin Önemi

Ülkede hürriyet ve adaletin yerleşmesi için “fazilet” denen erdemin toplumun %60-70’inde hakim olması gerekir. Bu durumda demokraside de krallıkta da adalet sağlanır. Ancak toplumda faziletin sebebi olan “Züht ve Takva” olmazsa yönetimde “Hak ve Adalet” gerçekleşmez. O zaman ya adil kanunlar hakim olacaktır veya diktatörün yumruğu hükmedecektir. Birincisi demokrasi ikincisi istibdat ve zulümdür.

Fazilete halktan çok yöneticiler muhtaçtır. Çünkü halk onlara tabiidir. Bunun için Peygamberimiz (asm) “İnsanlar idarecilerinin yolundadır” buyurmuştur. Bununla beraber halk nasılsa yöneticiler de öyle olur. Bunu da Peygamberimiz “Neye layık iseniz öyle idare edilirsiniz. Ey inananlar! Sizler iyi olursanız idarecileriniz de öyle olur, sizler kötü olursanız idarecileriniz de öyle olur” buyurmuşlardır. Her iki durumda da halk bozulmuşsa devlet yıkıma gider.

Saltanat hükümetlerinde faziletten çok menfaat esastır. Hanedanın devamı korkuyu ve baskıyı netice verir. Hanedan ve kral yasaları kendileri yapar ama kendilerini yasanın üzerinde tutmaya çalışırlar. Bundan haksızlık ve zulümler doğar. Hanedan üyelerinin fazilet duyguları vatanseverlik, fedakarlık gibi erdemlerden uzaktır ve bunu toplumdan kendilerini korumak için isterler. Devlet dedikleri kendileridir.

İstibdadın Fazileti Yok Etmesi

İstibdat yönetimi halkın ahlakını bozar. Toplumu iki yüzlü, yalancı, sahtekar, idarecilere tabasbus eden yalaka, menfaatçi ve tembel yapar. İstidat ve kabiliyetleri ve insani değerleri öldürür. İhanet, sözden dönme ve en yakın dostunu bir anda düşman görme, jurnalcilik gibi kötü huylar çoğalır. Riyakarlık, çalışmadan kazanma, iftira, gurur ve kibir, başkalarını aşağılama, toplumda düşmanlıkları körükleme gibi hastalıklar türer. Toplum bozulur, fakirlik artar.  Gerçeği dile getiren faziletli kimseler itibarsızlaştırılır ve yalnızlığa terk edilir.  

Onur ve şeref istibdat hükümetlerinin ilkesi değildir. Menfaat ve çıkar söz konusuysa vaatlerinden hemen dönerler. Ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Yalanı o kadar çok ve ustalıkla söylerler ki insanlar inanmak zorunda kalır, inanmayanları da aşağılar ve itibarsız hale getirirler. Sonra yalan olduğu anlaşılınca ülkenin yüksek menfaati ve düşmanları aldatma amacına yönelik oyunlardır ve “harp hiledir” derler bu defa buna inandırırlar.

İstibdat yönetimlerine şeref değil korku lazımdır. Halkı korkutarak ve korkuları kullanarak, toplumu korku ile bölerek ve birbirine düşman ederek, sonra da birlik ve beraberliği sağlama sözleri ve vaatleri ile yönetirler. Ezmek istedikleri topluluğa veya kişileri uydurma bir suç isnat eder ve hukuku kullanarak ezer ve yok ederler. Kendilerine uydurma suikastlar düzenletir sonra tüm muhalifleri o suçla cezalandırırlar.

Hükümdarın sınırsız yetkisi memurlarında da aynen bulunur. Zevk ve safa, lüks ve israfı da memurlarında aynen bulunur. Halkın parasını kendileri için harcamayı hakları gibi görürler. İtibar meselesi yaparlar ve itibardan asla tasarruf etmezler. Bunu da halk için onların onurunu korumak için yaptıklarını söylerler ama halka tasarruf etmelerini tavsiye ederler. Ağır vergiler yükleyerek kendi vatandaşlarını cezalandırır ve fakirliğe mahkum ederler.

Hayat Tecrübesi ve İstibdadın Kötülüğü

Hayat insana şu üç şeyi öğretmelidir: Fazilette bir soyluluk vardır. Kişi ahlaki yönden doğrudan, toplumda tevazu ve nezaketten ayrılmamalıdır. Bunlar genellikle okullarda öğretilemez. Ama çokları toplumda gururundan dolayı nazik olur, hür ve bağımsız olduğunu göstermek için doğru söylerler.

Saltanat ve istibdat hükümetlerinde en büyük fazilet devlete, yönetime ve lidere sadakattir. Din de vatan sevgisi olan himmet ve hamiyette itaat ve sadakati ders verir. Böylece dini ve milli duyguları kullanarak kendi baskıcı yönetimlerini güçlendirmek isterler.

Hürriyetçi yönetim insanların ruhunu ve insanlığını yüceltmeyi, istibdat hükümetleri alçaltmaya çalışır. İnsanların kul ve köle olmalarını ister. Aşırı itaat ve sadakat itaat edenlerin cahil ve köle olmasını gerektirir. Hatta yöneticilerin de cahil olmasını gerektirir. Cahil insan büyüklenme ihtiyacında olduğu için kibirli ve gururlu olur. İnsanları alçaltmakta büyüklüğünü gösterir.

İstibdat yönetiminde herkes başına buyruktur. Sosyalleşme ve toplum hayatı sınırlıdır. Eğitim basittir ve din istismar edilir, itaat kültürü verilir. Her aile kendi başına bir yönetim uygular. İstibdat her yerde kendisini hissettirir.

Cumhuriyet Hürriyet ve Fazilettir

Cumhuriyetin fazileti hür olmayı istemek ve sevmektir. Hürriyet aşkıdır. Ama bu hürriyet kralların ve devletin halka lütfettiği bir hürriyet değildir. Başka milletlerin tahakkümünden kurtulmaktan ibaret değildir. Zira bu durumda kurtarıcıların minneti ve tahakkümü altına girme tehlikesi vardır. Gerçek hürriyet her insana Allah’ın fıtraten verdiği temel hak ve hürriyeti sevmek ve sahip çıkmak, kimsenin tahakküm ve istibdadı altına girmemektir.

Cumhuriyetin ikinci fazileti sosyal hayatta yardımlaşma ve iş bölümü yapmaktır. Bu da kabiliyetlerin gelişmesi için eğitime ve iş bölümü için istişareye ihtiyaç duyar. Hürriyet ve fazilet aşkı ilim öğrenmeyi ve eğitimi gerektirir. Bu da imana dayalı temel eğitimle gerçekleşir.

Vatan sevgisi imandandır. Sevginin alameti saygıdır. Cumhuriyeti sevmek hürriyeti sevmektir. Bu sevgi ahlaka ve fazilete götürür.

Hukukun adalete hizmet etmesi Cumhuriyetin sağlıklı işlemesine bağlıdır. Sağlıklı işlemesi ise hürriyet adalet meşveret ve adil kanunların hakimiyeti ile olur. Halk devlete güvenir ve devletten korkar. Bunu Cumhuriyet sağlar.

Cumhuriyet sevgisi hürriyet ve demokrasi sergisidir. Madem bu vatanın evladıyız bu vatana hizmet etmek üzerimize farzdır. Bu da Cumhuriyeti korumakla olur. İyi eğitim bunları veren eğitimdir. İyi eğitim bilgili ve liyakatli vatandaşların yetişmesini sağlar. Liyakatli yöneticiler de kaynakların kullanımını en güzel şekilde yapanlardır.  Meşveretle karar verirler ve Kanun Hakimiyetini sağlarlar. Çalışanların hak ve hürriyetlerine önem verirler. Bundan adalet doğar.

İstibdat yönetimi her şeyi ifsat ettiği gibi eğitimi de, hukuku da, meşvereti de ifsat ederek kendi çıkarlarına kullanırlar. Kendi hakimiyetlerini devam ettirecek şekilde yasalar yaparak topluma yaptıklarının doğru olduğunu meddahları vasıtasıyla yayarlar. Ülkedeki basın, yayın ve medyayı ellerine geçirerek halkın doğru bilgilenmesini engellerler. Doğruları söyleyenleri de uydurma bir suç isnat ederek itibardan düşürür ve çıkardıkları haksız yasalarla suçları çoğaltıp muhalifleri zindanlara tıkarlar. Böylece ülkede hürriyet ve adalet ortadan kalkar, toplum korku içinde kalır ve “Nemelazımcılık” yaygınlaşır. Böylece sosyal ve içtimai hayatta anarşiyi yaygınlaştırırlar.

İstibdat Yönetiminin Kötülüğü

İstibdat vahşet ve cehaletin sonucudur. Bediüzzaman “Bir millet hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti de müstebit yapar” demiştir. Vahşiler meyve yemek isteyince ağacı dibinden keserler, sonra meyveleri toplarlar. İstibdat yönetimleri de böyledir.

Fransız hukukçusu ve filozofu Charles-Louis de Secondat, baron de La Brède et de Montesquieu “Kanunların Ruhu” isimli eserinde istibdat yönetimini şöyle anlatır:

İstibdat hükümetinin ilkesi korkudur. Şu halde, korkak, bilgisiz, boynu bükük insanlar için fazla kanuna lüzum yoktur. Her şey orada iki üç fikir üzerine dayanmalı ve olup bitmeli. Şu halde yeni yeni fikirlere de lüzum yok demektir. Bir hayvanı eğitmeye kalktınız mı, eğiten insanı, eğitim şeklini ve tarzını değiştirmeye gerek görmezsiniz. İki üç defa kafasına vurursunuz, olur biter.

Hükümdar bir yerde kapalı ise, zevk ve sefa âleminden çıkarken onu orada tutanlar kendisinin ve kuvvetinin başka ellere geçmesine katlanamazlar. Şu halde hükümdar şahsen savaşmak istemeyeceği gibi kendini temsil edenler aracılığıyla da savaşmaya cesaret edemez.

Sarayda herkesin el pençe divan durmasına, bütün isteklerinin yerine getirilmesine alışık olan böyle bir hükümdar, kendisine karşı gelinmesine, hele elde silah karşı gelinmesine katlanamaz. Şu halde çoğu zaman öfke ya da öç alma isteğiyle harekete geçer. Zaten kafasında gerçek şan ve onur hakkında da belirli bir şey yoktur. Bundan ötürü, savaşlar bütün şiddetiyle olur, devletler hukukuna da başka ülkelerdekinden çok daha az uyulur.

Böyle bir hükümdarın o kadar çok kusuru vardır ki, onun doğal budalalığını açığa vurmaktan çekinmek gerekir. Gizli bir yere kapatılır, durumunun ne olduğu da kimseye bildirilmez. Bereket versin ki o ülkede, insanların durumu da pek öyle parlak değildir; sadece kendilerini yöneten bir isimle yetinirler.

İstibdat yönetiminin ilkesi korku olduğundan amacı huzurdur ama bu, barış hali değildir. Düşmanın istila etmek üzere olduğu şehirlerin sessizliğidir. Kuvvet devlette değil de devleti kurmuş olan orduda olduğundan devleti savunmak için orduyu korumak gerek ama ordu hükümdar için korku “verecek bir şeydir. Buna göre, devletin güvenliğiyle kişinin güvenliğini, nasıl etmeli de uzlaştırmalı?”

Bu gibi devletlerde dinin, başka herhangi bir devlette olduğundan çok daha fazla etkisi vardır. Korkuya eklenen başka bir korkudur o. Müslüman devletlerinde, halk, hükümdarına karşı duyduğu olağanüstü saygının çoğunu dinden alır. Türk devlet yapısını düzene sokan biraz da dindir. Türkler devletin şanına ve büyüklüğüne onur duygusuyla değil, din ilkesiyle, kuvvetle bağlıdırlar.

İstibdat hükümetlerinin içinde kendi kendini yıkan hükümet, hükümdarın kendisini bütün ülkenin sahibi, bütün tebaaların da mirasçısı olarak ilan ettiği hükümettir. Bu yüzden toprağın işlenip verimli olmasına çalışılmaz. Öte yandan, eğer hükümdar tacirse, ortada endüstri diye bir şey de kalmaz.

İstibdat yönetiminde egemenliğin tümü, egemenlik kime emanet edilmişse ona geçer. Vezir, zorba hükümdarın ta kendisidir; her memur da bir vezirdir. Saltanat hükümetinde ise egemenlik, üsten asta, bu derece büyük bir yetkiyle geçmez. Hükümdar şuna buna verdiği egemenliği daima azaltır. Yetkisini öyle bir şekilde dağıtır ki herhangi bir yetkisinin bir bölümünü verirken bile en büyük bölümünü yine kendi elinde tutar.

İstibdat hükümetlerinde yöneticilere hediye vermek önemli bir gelenektir. Öyle ki bunlar rüşvet almadıkça dilekçeyi kabul etmezler ve görüşmek isteyenleri huzurlarına kabul etmezler. Ama cumhuriyet hükümetlerinde armağan vermek çok iğrenç bir şeydir; faziletin buna ihtiyacı yoktur da ondan. Saltanat hükümetinde onur, armağandan çok daha kuvvetli bir nedendir. Ama onurun da faziletin de bulunmadığı zorba devlette, bir iş ancak maddi çıkar karşılığında görülür.

Eflatun, görevlerini yapmak için rüşvet alanlara ölüm cezası verilmesi gerektiğini söylerken, cumhuriyet ilkelerine dayanıyor ve “Görülen işin çeşidi ne olursa olsun, ister iyi ister kötü, rüşvet kabul edilmemeli” diyordu.

Devlet memurlarının yılda yüz eküyü aşmamak şartıyla küçük küçük armağanları kabul etmelerine izin veren Roma kanunu kötü bir kanundu. Kendisine bir şey verilmeyen kişi hiçbir şey istemez; kendisine az bir şey verilen kişi, çok geçmeden biraz daha fazlasını ister, arkasından da çok şey ister. Zaten hiçbir şey almaması gerektiği halde bir şey alan kişiyi yola getirmek, az alması gerektiği halde çok şey alan, bunun için de aklımızın yatabileceği bir sürü neden, gerekçe, bahane ileri süren kişiyi yola getirmekten çok daha kolaydır.  

İstibdat hükümetlerinde kral veya lider halkın malını istediklerine rüşvet olarak, hediye olarak, yardım olarak, makam ve mevki olarak verir ve otoritesini böyle kurar.

Cumhuriyetlerde ise en az saltanat hükümetlerindeki kadar formalite gerektiğini görüyoruz. Her iki hükümet şeklinde de bu formaliteler, vatandaşların onuruna, servetine, canına ve hürriyetine verilen değer ölçüsünde artar.

Cumhuriyet hükümetinde bütün vatandaşlar eşittir; istibdat hükümetinde de bu böyledir. Birincisinde insanlar eşittir, çünkü insan her şeydir; ikincisinde insanlar yine eşittir, çünkü insan hiçbir şey değildir.”

Evet, Montesquieu istibdat yönetimi ile Cumhuriyet yönetimlerini böyle anlatmıştır.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol