Devlet iktisadi hayata müdahale etmemelidir. Avrupa’da Fizyokratlar “Laissez faire; laissez passer” derler. Yani, “Bırakınız yapsınlar; bırakınız geçsinler.” Bu slogan mülkiyet haklarını korumayı, hükümetin tarifeler ve sübvansiyonlar yapmasının doğru olmadığını savunmak anlamına geliyordu.
Giriş
Devlet iktisadi hayata müdahale etmemelidir. Avrupa’da Fizyokratlar “Laissez faire; laissez passer” derler. Yani, “Bırakınız yapsınlar; bırakınız geçsinler.” Bu slogan mülkiyet haklarını korumayı, hükümetin tarifeler ve sübvansiyonlar yapmasının doğru olmadığını savunmak anlamına geliyordu.
Bu anlayış İslam’ın “Mülkiyet kutsaldır. Sa’y asıl ve esastır” prensibi ile “Teşebbüs-ü şahsî”yi, yani “Ferdî girişimciliği” teşvik etmektedir. Avusturya Ekolü iktisatçılarından Ludvig von Mises bunu savunur. Bu görüşe göre;
1. Bireyin eylemleri ekonomiyi belirler. Bireyin eylemi de eylemsizliği de iktisadı etkiler. Gruplar düşünemezler; insanlar düşünürler. Gruplar da bireylerin eylemi dışında hareket etmezler.
2. Ekonomik olgular bireylerin bilgi, beceri, istek ve niyetlerine göre oluşurlar.
3. İnsanların ihtiyaçları, tercihleri ve zevkleri, mal ve hizmetlere olan rağbetleri; talepleri, fiyatları, üreticileri ve tüketicileri etkiler.
4. Mal ve hizmetler tüketicinin ihtiyacına göre üretilmelidir. Bu konuda kısıtlayıcı tedbirlerin alınması ekonomiyi olumsuz yönde etkiler.
5. Bireylere ekonomik hürriyet sağlandığı ve güvence altına alındığı zaman kalkınma gerçekleşir. Devletin görevi güvenliği ve güveni sağlamak, anlaşmazlıklarda adaleti gerçekleştirerek hak sahibine hakkını verip, haksızı cezalandırmaktır. Bu durumda toplumdaki vatandaşlar devlete güvenir, çalışır ve üretir; haksızlık yapmaktan korkarlar. Bu durumda mal ve emek güvence altında olduğu için vatandaşlar şevkle çalışır ve üretirler ülke bayındır olur.
6. Devlet ekonomik faaliyetleri yürütmez, yürütmemelidir. Devletin ziraat, sanat ve ticaret yaptığı ülkede halk devletle yarışamaz ve fakir düşer. Devlet bu faaliyetleri yapmak yerine yapan vatandaşlardan vergi alarak bütçesine daha fazla gelir sağlar.
7. Ekonomik hürriyetlere getirilen kısıtlamalar er veya geç ferdî hürriyetleri de yok eder ve siyasi sonuçlar doğurur.
Fizyokrasi, insanların tabii fıtrat kanunları ile yönetilmesidir. Bunlar “Temel insan hak ve hürriyetleri” ile ihtiyaca göre yapılan koruyucu yasalardır. Fizyokratlar buna “Tabii Hukuk” (Doğal Hukuk) derler. Fizyokratlara göre servetin kaynağı mübadele değil, üretimdir. İnsan ihtiyacına cevap verecek her şeyi yüce Allah dünyada yaratmış ve tabiata koymuştur. Bunlar hava, su, güneş, toprak, madenler, ormanlar, göller ve denizler gibi yer altı ve yer üstü fıtrî kaynaklardır. İnsanlar Allah’ın yarattığı bu ham maddeleri akıllarını kullanarak mamul madde haline getirerek ihtiyaçlarını karşılarken ürettikleri mallarla zenginliği ve refahı meydana getirirler. İnsan ihtiyacına göre oluşturulan iktisadi faaliyetler kendi dengesini oluşturur. Görünmeyen bir el “Rızık Kanunu” ile ekonomik hayatı yönlendirir.
Adam Smith “Bırakınız yapsınlar; bırakınız geçsinler” sloganını Fizyokratlardan alarak Liberalizme uyarlamıştır. “Bir toplumun serbest girişimine ve özel inisiyatifliğine ne kadar az engel konulursa o kadar zengin olur” demiştir. ABD’nin zenginliğini sırrı budur.
Kapitalizm Nedir?
İnsanlar fıtraten zengin ve itibarlı olma eğilimindedir. İnsanlar gerek statüden, gerekse zenginlikten kaynaklanan itibarını, avama ve fukaraya, yani ihtiyaç sahiplerine bir tagallüp ve tahakküm aracı yaparsa kapitalist olur. İslam’da “Büyüklük tevazuda ve halka hizmettedir.” Peygamberimiz (asm) “Allah tevazu sahibini yüceltir; kibir ve gurur sahibini alçaltır” buyurur. “Kavmin efendisi ona hizmet edendir” ferman eder. Müslüman ancak tevazu ile toplum içinde muhtaçlara yardım ve hizmet ederek itibar sahibi olur ve değerli insan olur.
Kapitalizm mülkiyet ve zenginlik değildir. Mülkiyeti ve zenginliği tahakküm aracı yapmaktır. Mülkiyet ve zenginlik, statü ve makam sıradan insanı proleter (işçi-amele) olmaktan kurtarır, fakire ve işçiye maddi ve manevi baskı yapan, tepeden bakan konumuna çıkarır. Allah’ın kendisine verdiği statü, ticaret ve sanayi gibi imkanları ve zenginliği mal biriktirmek ve muhtaçları mahrum etmek için kullanırsa “Burjuva” olur. Bunu yapan zengine “Kapitalist” denir, bu bir düzen haline gelmişse bu düzene de “Kapitalizm” adı verilir.
Kapitalizmde üretim araçları ve mülkiyet özel kesimde toplanır. Üretim araçlarının ve mülkiyetin herkesin ulaşabileceği bir yaygınlıkta değil de özel kesimde olduğu ekonomik sistemin adı da Kapitalizm düzenidir. Bu düzeni sağlayan en büyük amil “Yüksek Faizdir.” Bu sebeple İslamiyet faizi yasaklamıştır. Fakir ile zenginin arasındaki uçurumu kaldıran, arayı bulan ve barıştıran da “Zekâttır.” Bu sebeple yüce Allah zekatı emretmiştir. Peygamberimiz (asm) “Zekat İslam’ın köprüsüdür” buyurarak zengin ile fakir arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir.
Piyasanın iyi işlemesi, yargının bağımsız olmasına, devletin liyakatle yönetilmesine, iş ve mülkiyet sahiplerinin ve devlete iş yapanların kayrılmamasına, denetim mekanizmasının iyi çalışması ile yolsuzluk yapanların cezalandırılmasına bağlıdır.
Tüketici Ekonomik Hayatın Egemenidir
Kapitalizmin özelliği kitleler tarafından tüketilmesi gereken malların seri imalatıdır. İhtiyaç sahipleri egemen tüketicidir. Tüketicinin mal ve hizmeti satın alması veya satın almaktan vazgeçmesi neyin ne kadar ve hangi kalitede üretilmesi gerektiğini belirler. Zenginlere ve lüks tüketime hitap eden dükkanlar ve iş yerleri piyasa ekonomisinde tâlî bir rol oynar. Büyük işletmeler her zaman ya doğrudan veya dolaylı olarak geniş kitlelere hizmet sunarlar.
İktisadi hayatta kâr sistemi insanların isteklerinin en iyi ve en ucuz yolla karşılama konusunda başarılı olan insanları zengin yapar. Servet sadece tüketicilere hizmet ederek elde edilir.
Her yetişkin kendi hayatını kendi planına göre şekillendirmekte hür olmalıdır. Bir otoritenin baskısı ile zorlama onun kabiliyetlerini köreltir. Zira kabiliyetler ancak hür ortamda inkişaf ederler. Bireyin hürriyetini sınırlandıran şey, başkasının uyguladığı şiddetten ziyade kendi psikolojik yapısı, cehaleti ve üretim faktörlerinin kıtlığıdır.
İnsan fıtratı ihtiyacın çokluğunu gerekli kılar. Zira yüce Allah insanı kainatın bir küçük numunesi olarak yaratmış ve ihtiyaçlarını kainatın her tarafına dağıtmış ve çoğaltmıştır, ta ki Allah’ın nimetlerine ihtiyaç duysun ve istifade ederek Allah’a imanı artısın ve ona minnettar olup şükretsin. Bu sebeple temel ihtiyaç olan yeme, içme, giyinme, barınma, korunma ihtiyaçları karşılandıkça yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar. Böylece ihtiyacı asla bitmez. Bu ihtiyaçlarını yalnız başına elde edemediği için insanların yardımına, o da mesleklerin ve sanatların ortaya çıkmasına sebep olur. Sosyal hayat bu şekilde tekamül eder. Servetler de tüketicilere hizmet ederek elde edilir. Allah’ın nimetlerine şükredildikçe, israf edilmeyerek insanların hizmetine sunulduğu ölçüde artmaya ve zenginliğe zenginlik katmaya devam eder. Bu hususu Kur’an-ı Kerim “Şükrederseniz artırırım, nankörlük eder, israf ederseniz Allah’ın azabı şiddetli olur” (İbrahim, 14:7-8.) ayeti ile ifade edilmiştir.
Devletin iktisadi kalkınmada rolü ne olmalıdır? Bu soruya makul cevap bulmak durumundayız. Devleti yok sayamayız, ancak amacına uygun işletmek bizim elimizdedir. Devlet yönetici güçtür. Bu gücün görevi ve işlevi insanların fıtrî ihtiyaçlarının karşılanmasını kolaylaştırmaktır. Bu da fertlerin yapmadığını yapmak içindir. Fertlerin yapmadığı şey ise altyapı hizmetleridir. Bunlar da kamuya hizmet eden “yol, su, köprü” benzeri genel hizmetlerdir. Ayrıca “Mesaileri tanzim, emniyetin tesisi ve yardımlaşmanın kolaylaştırılması” gibi teknik ve organize hizmetleri yapmaktır. Bunun yanında devletler arası ilişkilerde yardımcı rolü oynamak ve ülke çıkarlarını her şeyin üzerinde tutmak, ilişkilerde ülke vatandaşlarının çıkarlarını gözetmektir. Dünyanın neresinde bir vatandaşı varsa arkasında devleti olmalıdır. Vatandaş ta “Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir” prensibi ile arkasında devletini ve milletinin gücünü hissederek şahsiyetini koruyarak harika işler başarabilir.
İnsanlığın maddi şartlarını iyileştirmenin yolu; nüfus artışının hızına ters orantılı olarak sermaye birikimini hızlandırmaktır. İşçi başına yatırımı yapılmış sermaye ne kadar büyükse, o kadar fazla ve kaliteli mallar üretilir ve tüketilir.
Müteşebbisler ve kapitalistler, servetlerini, işlerini koruyup kollayan insanlara borçludurlar. Başkaları daha ucuz ve daha kaliteli hizmet sunmada onların yerini alır almaz işlerini ve servetlerini kaybederler.
İktisadi Hayatta Hürriyetin Önemi
Batı medeniyet tarihi bir hürriyet mücadelesi tarihidir. Bu sebeple batılılar için kutsal olan hürriyettir. Onlar hürriyeti yüzyıllar boyu, derebeyleri, krallar ve kilise ile olan kanlı mücadelelerine borçludurlar. İktisadi kalkınmada hürriyet içinde sosyal hayatta iş bölümü, iyileştirmeye yönelik çabalarda insanın başarısının yegane kaynağıdır.
Toplumda zorlamayı, güç kullanmayı ve zulmü önleyen sosyal bir araç olan devlet ve hükümet olmazsa hiçbir şey yapılamaz. Hürriyetleri koruyan adil bir devlet olmazsa güçleri kötüye kullanan zorbalar insanların iktisaden gelişmesinin önünü alırlar ve zorbalıkla ellerinden alırlar. Hürriyetçi adil devlet onların tecavüzünü önleyerek mülk ve emek sahiplerinin haklarını korur, güvenliği ve adaleti sağlar.
Hürriyet fikri Batı’ya hastır ve genellikle Batı’dan gelmiştir. Batı’yı Doğu’dan ayıran en önemli özellik doğulu insanın hürriyeti, özellikle siyasi ve sosyal hürriyetleri tasavvur etmemiş olmalardır. Batıda gelişen ve istibdattan kurtuluşun sebebi olan hürriyet düşüncesi iktisadi alandaki başarısını “Bırakınız yapsınlar; bırakınız geçsinler” anlayışının ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bütün hukuki metinlerin, siyasi ve hukuki kurumların amacı hükümet ve güç sahibi olanların tecavüzlerine karşı bireylerin hak ve hürriyetlerini korumaktır. Bu hürriyetlerin başında “Mülkiyet Hak ve Hürriyeti” gelir. Hukuk buna göre şekillenir. Zira güç mütecavizdir, mutlak güç mutlak mütecavizdir. Gücün sınırlanması ve hakların korunmasıdır ki yasalara ihtiyaç duyar. Batıda halk ile devlet arasındaki sözleşmeler ve yasaların yapımına İngiltere’de 1215 Magna Carta (Büyük Sözleşme) ile başlar. Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini derebeyler ve din adamları adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesi, fermandaki en önemli ifadelerden biridir. Bu madde günümüz hukuk sisteminin temel taşlarından biri olarak kabul edilmektedir: “Hür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke yasalarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, yasa dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır” maddesidir.
Daha sonra 1789 Fransız İhtilali Fransa'daki mutlak monarşinin devrilip yerine cumhuriyetin kurulması ve Katolik Kilisesi'nin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Milliyetçilik akımını ve Yakınçağ'ı başlatmasıyla Avrupa ve Dünya tarihinde büyük bir dönüm noktası olmuştur. Osmanlı devleti ise ancak 1876’da “Kanun-i Esasi” ile Anayasal yönetime geçmiştir.
Yasalar kanun önünde bütün vatandaşların eşitliğini sağlamış ve Tiran’ın kullarını eşit vatandaşlara dönüştürmüştür ve Batı bundan sonra hak ve hürriyetlerini güvence altına almıştır. Bundan sonra Batıda iktisadi kalkınma ve gelişme yaşanmaya başlamıştır. Yasalarla imtiyazlar ortadan kalktığı için herkesin mülkü ve emeği değerli hale gelmiş ve korunmuştur. Bu da bireylere çalışmayı, üretmeyi ve zengin olmayı sağlamıştır.