İman, insanın kâinat ve yaratıcısı arasında bağ kurmaktır. Hayat, insanın hayata ve kâinata uyumu, şeriat ise kâinattaki nizam, intizama uyum sağlamak ve Allah'ın koyduğu kanunlara uymaktır. Bu üç esasın birbirinden ayrılması ve ayrı ayrı ele alınması mümkün değildir.
İnsan kâinatın bir hülasası ve kâinat ağacının en cemiyetli bir meyvesidir. Hayat bir bütündür. İnsan hayatı kâinatın bütününe bakar ve her şey ile alakadardır. Bu alaka ve ilginin bir kısmı eksik olanın bir yönü de eksik olur. Her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Her bir dairede her bir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. (Şualar, 1994, s.184.)
İnsanın bütün bu dairelerle münasebet kurması ve bunun farkına varması eğitimle mümkündür. Eğitim insanın kabiliyetlerinin farkına varması ve bu kabiliyetlerini geliştirerek varlık ile münasebet kurmasını öğrenme faaliyetidir. Hayata hazır olmak varlık ile münasebet kurabilmekle mümkündür ki bunu eğitimle, duygularını ve kabiliyetlerini eğitip geliştirerek yapacaktır. Gerekli donanım, bilgi ve becerisi olmayan, cehâlet karanlığından kurtulamayan hayatın en küçük dairesinden en büyüğüne kadar geniş bir daireyi kuşatan kabiliyetlerini kullanarak olumlu ve sağlıklı bir yaklaşım sergileyemez. Bu donanım hem maddi, hem manevi olmalıdır. Zira insan maddi ve manevi her yönü ile her iki âlemin levazımatını camidir. Bediüzzaman insanın kâinatla maddi ve manevi olumlu ve sağlıklı münasebetine “İman, hayat ve şeriat” bağlamında yaklaşır.
İman, insanın kâinat ve yaratıcısı arasında bağ kurmaktır. Hayat, insanın hayata ve kâinata uyumu, şeriat ise kâinattaki nizam, intizama uyum sağlamak ve Allah'ın koyduğu kanunlara uymaktır. Bu üç esasın birbirinden ayrılması ve ayrı ayrı ele alınması mümkün değildir. Ruh, beden ve akıl gibi birbiri içinde biri birisiz olmayan ve bir bütün teşkil eden bir hakikattir.
İnsanlığın saadeti İslam’ın esaslarına uymaktır. İslam’ın esasları insanlığın red edemeyeceği mükemmel prensiplerdir. İman esasları akla ve ruha istikamet ve hayata saadet verir. Bütün bunların sebebi, esası ve temeli ise imandır. Bu nedenle iman kâinatta en yüksek bir hakikattir. İmana hizmet ve insanların imanına güç verecek şekilde çalışmak vazifelerin ve hizmetlerin en yücesidir.
Bediüzzaman “İman, hayat ve şeriat meselesi insanlık ve İslamiyet âlemin üç muazzam meselesidir. En muazzamı imandır. İmana ve Kur’âna ait hakikatlerin hiçbir dünyevî menfaat ve cereyanlara âlet edilemez” demektedir. (Kastamonu Lâhikası, 1994, s. 108.) Bu zamanda en değerli vazife imana hizmettir ve imana hizmet bu üç temel esası birden temin eder.
İman, Allah’ı bilmek ve doğru olarak tanımak anlamına gelmektedir. Bütün dinler insanlara Allah’a inanmayı tavsiye eder. Ateizmi ve Maddeci Materyalizmi esas almayanların tamamı Allah’a inanmakta, ancak sıfatlarında hata ettikleri için şirke düşmektedirler. Allah şirki kabul etmediği için onların Allah hakkındaki imanları makbul değildir. Peygamberler şirki ortadan kaldırmak ve Tevhidi ispat etmek için gönderilmişlerdir. Günümüzde de teslisi esas alan Hıristiyanlar ve diğer din mensupları Tevhidi anladıkları zaman “İman” meselesi anlaşılacaktır.
İman insanı gerçek insanlık ve sultanlık mertebesine çıkardığı için peygamberimiz (sav) sosyal ve siyasi hayattan mahrum bulunan bedevî ve ümmî bir kavmi en kısa bir zamanda medeni milletlere rehber ve örnek olacak şekilde bir medeni seviyeye çıkarmasındaki sır imanda gizlidir.
İmanın ferdi ve sosyal hayata hâkim olması ile toplumda “hürmet, merhamet, haram helal duygusu, emniyet ve itaat” bağları güçlenmeye başlar. İmanın insana ve topluma sağladığı bu manevi değerler toplumun huzur ve güvenini temin eder. Bu temel esaslar ise medeniyetin temelidir. Zira medeniyet anlayış, ahlak ve fazilet demektir. Teknik ve teknoloji hayata anlam katan ve değerli hale getiren bu değerlerden mahrum kaldığı zaman medeniyeti değil vahşeti doğurur. Teknoloji medeniyete değil bu durumda zulme ve vahşete hizmet eder. İmanın hayata katkısını saymakla bitirmek mümkün değildir.
Şeriat, Allah'ın kâinata ve insanlık âlemine koyduğu ve uyulmasını emrettiği kanunlardır. Bu ise kâinatın düzenine ve insanlığın maddi-manevi saadetine sebeptir. Bu nedenle “şeriat sebeb-i saadet, adalet-i mahz ve fazilettir.” (Divan-ı Harb-i Örfi, s.19.)
İslamiyet insaniyet-i Kübra ve şeriat ise en faziletli medeniyettir. Meşrutiyet meşveret ve şuranın tatbikatı olduğu için adalet ve şeriattır. Şeriatın Allah tarafından insanlığa gönderilmesinin hikmeti ve önemli bir amacı da her nevi istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvederek adalet ve hakkaniyeti gerçekleştirmektir. (DHÖ, 1993, s. 22, 23) Adaletin şeriat dışında sosyal ve siyasi hayatta gerçekleşmesi ise mümkün değildir.
“İttihat cehl ile olmaz; ittihat imtizac-ı efkârdır” (Münazarat, 1996, s.113.) diyen Bediüzzaman iman meselesi anlaşılmadan hiçbir meselenin halledilemeyeceğini çok iyi bildiği için bütün mesaisini iman üzerine teksif etmiştir. Zira her meselenin odak noktası imandır. İttihad-ı Muhammedî her şeyden önce imanda birlik ve Hz. Muhammed’in (sav) Allah tarafından getirdiği iman hakikatlerini anlayıp kabul etmek demektir. İmanda birlik olmazsa ittihad mümkün olmaz.
Sonuç olarak, İttihad-ı Muhammedî, İttihad-ı İslam’ın mukaddimesidir. İttihad-ı Muhammedî gerçekleşmeden İttihad-ı İslam hayalden ibaret kalır.