DİN
5.2.2025 17:41

İmanı Anlatmada İlmihallerin Yetersizliği

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
İmanı Anlatmada İlmihallerin Yetersizliği

Din, akıl sahiplerini peygamberin Allah tarafından getirdiği hakikatlerin tamamıdır. Peygamberin getirdiği iki şey vardır. Birincisi, kitaptır. Yani peygamberin Allah’ın kitabı olarak getirdiği şeyler. İkincisi ise hikmettir. Bu da kitaptaki hakikatleri öğretmeye, açıklamaya, uygulamaya yönelik peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleridir.

Giriş

Din, akıl sahiplerini peygamberin Allah tarafından getirdiği hakikatlerin tamamıdır. Peygamberin getirdiği iki şey vardır. Birincisi, kitaptır. Yani peygamberin Allah’ın kitabı olarak getirdiği şeyler. İkincisi ise hikmettir. Bu da kitaptaki hakikatleri öğretmeye, açıklamaya, uygulamaya yönelik peygamberin sözleri, fiilleri ve takrirleridir. Bir de din bilginlerinin ibadete ve muamelata yönelik kitap ve sünnete dayanan içtihatları ve fetvaları vardır ki bütün bunların tamamına din ve şeriat denilir.

Peygamberin (sav) insanlığa getirdiği hakikatler “Usuli’d-Din” ve Füruu’d-Din” olmak üzere ikiye ayrılır. Usulu’d-din dinin temeli, esası ve olmazsa olmazıdır. Bu da itikadi ve imani hükümlerdir. İtikadî ve imanî hükümlerden birisinde meydana gelen bir tereddüt ve şüphe kişiyi imandan mahrum bıraktığı gibi ibadetlerden elde edilen bütün kazanımları da boşa çıkarır. Bu nedenle Usulü’d-Din dinin esasıdır. Füruu’d-Din ise ibadet, ahlak muamelât ve ukubata ait hükümleri içine alır. Füruu’d-dinin ibadete, ahlaka, muamelâta ve ukubata ait hükümlerin Allah’tan olduğuna inanmak gerekir. Bu bakımdan Füruu’d-dinin itikadi bir yönü vardır. Bu nedenle ibadet, ahlak, muamelat ve ukubata ait hükümlerin ilâhi hükümler olduğunu kabul ve itiraf etmek gerekir. İlâhi olmadığını iddia etmek insanı imandan ve dinden mahrum eder. Füruu’d-dinin Allah’tan geldiğine inanmamak küfür, inandığı halde uygulamamak, amel etmemek ise günahtır.

Dinin esası inançtır. Dini ortadan kaldıran ve tahrif eden de inançtaki sapmalardır. Hz. Âdem’den (as) günümüze İslam’ın esası “Tevhid”dir. Yani Allah’ın birliğini esas alması ve imanın altı şartına iman etmektir ki bunlar “Allah’ın birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe ve kadere, yani hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine” iman etmektir. İbadet ve muamelatta zamanın şartlarına göre farklılıklar olabilir. Dinin bozulması ve tahribi imandan kaynaklandığı için Yahudilik ve Hıristiyanlık başta olmak üzere bütün dinler Tevhid inancından sapma olduğu için muharreftirler, tahrif edilerek esastan ve özden ayrılmışlardır. İnanç bozukluğu sonuçta ibadetlerin terkine ve muamelatta zulüm ve haksızlıklara sebep olarak dinin tamamen tahrif etmekte ve ortadan kaldırmaktadır.

İnançlar ise ana teması itibarıyla “Ulûhiyet” “Nübüvvet” ve “Ahiret” olmak üzere üç bölümdür. “Kitaplar” bu hakikatlerin ilâhi ifadesi, “peygamberler” ise bu hakikatlerin mübelliğleri oldukları cihetle imana dâhil olmuşlardır. “Kader” ise Allah’ın ilim, irade ve kudretinin her şeyde müessir olup her şeyi kuşatmasının ifadesi olarak iman esaslarına dahil olmuştur.

İman ve itikad “Usul-i Din” olup dinin esası sayıldığından imanın anlatılması ve öğretilmesi her şeyden daha önemlidir. Biz bu çalışmamızda imanın nasıl öğretilebileceği üzerinde duracağız. Dine hizmet imana hizmettir. En büyük hizmet ve ibadet imana yapılan bu hizmettir. Peygamberimiz (sav) “sizin çabalarınızla bir kişinin imana girmesi sizin için güneşin üzerine doğup battığı yerlere sahip olmanızdan daha büyük bir kazanımdır” (Camiu’s-Sağir, 3:192) buyurarak bu hizmetin önemine işaret etmiştir.

1. İmanın Akılla Temellendirilmesi

Din akıl sahiplerine hitap eder. Dolayısıyla dinin muhatabı akıldır. Peygamberimizin (sav) “Aklı olmayanın dini yoktur” (Münavi, Künuzu’l-Hakâik, 2:498; Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2:362) buyurarak aklı olmayanın ne imadan ve ne de ibadetten sorumlu olmayacağını ifade eden hadisi aklın dindeki yerini en güzel şekilde belirlemiştir. Akıl dinin kaynağı değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman din aklın ürünü değildir. Din doğrudan vahiyden kaynaklanır. Bu nedenle akıl ve düşünceden kaynaklanan hiçbir felsefi düşünce ve ekol ne kadar mükemmel olursa olsun din sayılmaz ve dinin yerini asla tutmaz. Ancak felsefi birer düşünce ve ekol olarak kalır.

Ama ne var ki din hakikatten haber verir ve akıl da hakikate âşıktır ve onu arar. İlim de hakikate dayanırsa ilim adını alır. Hakikatten nemalanmayan ve gerçeği ortaya koymayan hiçbir düşünce ve fikir aklı tatmin etmez. Bu nedenle salim akıl vahiyden kaynaklanan nakli tasdik eder ve anlamayanlara ilmî ve aklî delillerle doğruluğunu ispat eder.

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde gerek Allah’ın varlığı gerekse vahyin ortaya koyduğu hakikatleri ispat için aklı şahit tutar. Pek çok ayetlerde “Düşünmüyor musunuz?” (Araf, 7:169) “Akletmiyor musunuz?” (Bakara, 2:44, 73, 75, 76, 170, 171, 269 “Düşünenler için bunda ibretler vardır” (Bakara, 2: 269; Al-i İmran, 3:7, 190) gibi ayetlerle insanı akla havale ederek varlıklara bakarak, ilimlerin delaleti ve yol göstermesi ile Kur’anın ve vahyin haber verdiği gerçeklerin anlaşılabileceğini beyan etmektedir.

İslam düşünce sistemi içinde vahyi akılla temellendiren disiplinler “İslam Felsefesi” ve “İlm-i Kelam” şeklinde isimlendirilmiştir. Yunan Felsefesi aklı esas aldığı ve vahye kulak vermediği için hakikati bulmamakla ve insanları yanıltarak gerçeklerden uzaklaştırmak ve hakikati bulamamakla eleştirilmiştir. Bunların başında İmam Muhammed Gazali’nin (v.505/1050) “Tehâfetü’l-Felâsife” yani “Felsefenin Saçmalıkları” isimli eseri gelir. İslam bilginleri Gazali’den sonra İlm-i Kelamı bir İslam Felsefesi olarak kabul edip aklî delillerle dinin inanç ve hukuk yönünü temellendirmişledir. Yunan ve Hint Felsefesinden gelen, aklı esas alan ve kendi bilgi eksikliği ve akıl yürütmenin yanlışlığı dolayısıyla Kur’ân ve Hadisin anlamadığı, izah edemeyerek reddettiği veya tev’ile kaçarak yanlış yorumladığı meseleleri yine aklî ve ilmî metotlarla izah etmişlerdir. Mutezile, Cebriye, Şia gibi farklı ekol ve mezheplerin yanlış yorumlarını göstermiş, yanlışlarını aklî delillerle çürüterek ayet ve hadislerin hakikatini göstermiş ve ispat etmişlerdir. Ehl-i Sünnet İlm-i Kelamının bu sahada yazdıkları binlerce kitap meydandadır.

İmam-ı Gazali (ra) ayet ve hadisler ışığında aklı dinin yardımcısı olarak görmüş ve aklî delilleri karşı çıkılamayan ve zorunlu olarak kabul edilmesi gereken mantıkî çıkarımların kaynağı olduğunu ifade etmiştir. (Gazali, El-Mustasfa, 1:5) “Akıl göze, vahiy ise güneşe benzer. İkisi birbirine muhtaçtır. Göz ışıksız görmeyeceği gibi ışık ta gözü olmayana fayda vermez” demiştir. Hakikatin ortaya çıkması için ve bilinmesi için her ikisinin de var olması ve salim olması gerekir.

Gazali’den önce bu konuda pek çok islam bilgini gayret göstermiş ve dinin imana ait hükümlerini aklî delillerle de ispat etmişlerdir; ancak “Mantık” ilmini işin içine katarak sistemli bir akıl yürütme metodu Gazali ile başlamıştır. Daha öncesinde islam bilginlerinden İmam Eş’ârî (v. 324/936) ve İmam Maturudî (v. 333/ 944) akıl yürütmekten ziyade Nassları (Ayet ve sahih hadisleri) esas alarak inanç konularını sistemleştirmiş ve Eş’ârî ve Maturûdî Ekolünü kurmuşlardır. (Bekir Topaloğlu, 1993, Kelam İlmi, 148) Bu iki ekol Gazali’den sonra daha sistemli hale gelmiş ve inancı akılla izah eden pek çok İslam bilgini yetiştirmişlerdir.

Zamanımızda Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Kur’an-ı Kerimin İtikada ait ayetlerini yorumlayarak te’lif ettiği Risale-i Nur Külliyatı bu konuda önemli bir kaynaktır. Risale-i Nurlar akıl ile dini bütünleştirerek “İmanın Şartları” olarak bilinen “Allah’ın birliğine İman, Melekler İman, Kitaplara İman, Ahiret Gününe İman, Peygamberlere İman ve Kadere İmanı” aklî delillerle çürütülemeyecek ve zıtlarına hiçbir imkân-ı aklî bırakmayacak şekilde ispat esası üzerine gitmiştir. Buna risaleleri okuyarak imanlarını kurtaran ve imanla ilgili şüphelerini gideren milyonlarca insan şahittir. Bu nedenle imanı anlamak için Risale-i Nurların baştan sona okunması şarttır. Bu nedenle Nurcular olarak bilinen Risale-i Nur Talebeleri “Okuma Programları” düzenleyerek her ay binlerce gencin imanlarını kuvvetlendirme yoluna gitmektedir.

2. İmanı Anlatmada İlmihal Kitaplarının Yetersizliği

Hiçbir insan Kur’ân Meâli okuyarak İslamı öğrenemez. Zira İslam salt bilgiden ibaret değildir ki Kur’ana ait bilgileri öğrenmek yeterli olsun. Böyle olsaydı Kur’ân Meali veya Tercümesi okuyan milyonlarca gayr-i Müslim imana gelirdi. Hâlbuki vahyin, yani Kur’anın nâzil olmaya başladığı zamandan günümüze insanlar sadece Kur’ân okuyarak İslama girmiş değillerdir. Zaten Kur’an meali ile Namaz kılmak, Oruç tutmak ve Zekât, Hac gibi ibadetleri yapmak mümkün olmadığı gibi, imana ait meseleleri öğrenmek ve anlamadığı hususları tek başına anlamlandırarak iman etmek de zordur. Zira Kur’an, temel hükümleri ortaya koyan “Allah’ın Yasasıdır.” Malumdur ki yasalar tek başına yürürlüğe girmezler. Yasaların uygulanması için uygulamayı gösteren kanunlara, onların uygulanması için de yönetmenliklere ve tüzüklere ihtiyaç vardır.  Bu nedenle “Hikmet” denilen peygamberimizin (sav) sözleri, uygulamaları ve takrirlerinden ibaret olan “Kanun” hükmündeki Sünnete ihtiyaç vardır. Asıl dini hayata aksettiren ve yaşanmasını sağlayan peygamberin sünnetleridir. Hıristiyanlarda “Nübüvvet Müessesesi” yani peygamber ve sünneti olmadığı için “Hıristiyan Şeriatı” yoktur ve bu nedenle de ibadet, muamelat ve hukuk bulunmamaktadır. Bu gibi uygulamaya yönelik hükümler doğrudan Hıristiyan din adamları ve ilim adamlarının koydukları hükümlere ve beşeri akıllarına dayanmaktadır.

Müslümanlar ise Kitabı uygulamak için vahye dayanan Hikmeti, yani Sünneti esas aldıkları için imana, ibadete, muamelata ve hukuka dayanan bütün hükümleri doğrudan peygamberin sözlerine ve uygulamalarına dayandırarak Allah’ın kitabındaki hükümleri hayata geçirmişlerdir. Bu nedenle İslam dini tahriften kendisini kurtarmış ve Kur’an nazil olduğu şekliyle korunmuştur.

İslam bilginleri ayrıca Kur’ân ahkâmını halka öğretmek amacı ile Kur’an ve Sünnetteki bilgileri kategorize etmişler ve sistemli hale getirerek “Fıkıh Kitapları” ve daha pratik olsun diye “İlmihaller” yazmışlardır.  İlmihaller genel olarak üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm “İman ve İtikat” ikinci bölüm “İbadetler” üçüncü bölüm ise “Muamelat ve Ahlak” şeklindedir. Ancak Cumhuriyetten sonra genellikle ilmihallerdeki Muamelat bölümü kaldırılarak yerine sadece “Ahlak” bölümü konulmuştur. Çünkü dinin muamelata ait hükümleri “Avrupa’dan getirilen kanunlarla” değiştirildiği için dinin buna ait hükümlerinin ve uygulamalarının öğrenilmesi de engellenmiştir.

Kur’ân-ı Kerim İmana ait binlerce ayet bulunmasına ve Kur’anın üçte ikisi olan en az dört bin ayeti imanı anlatıp, imandan bahsetmesine karşın, ilmihal kitapları imana ait beş-on sayfa gibi çok az bir bilgi ile yetinmişlerdir. Bu da imanın anlatılmasının ne kadar yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca verilen bilgiler sadece terim ve tanımdan ibaret olduğu için terimlerin anlaşılmasına yönelik bir açıklama, izah ile akla uygun ve ispata yönelik izahlar bulunmamaktadır. Bu nedenle tamamen yetersizdir ve yeterli bilgiye de sahip değildir.

Misal verecek olursak Allah’a iman konusu sadece Allah’ın zati ve subutî sıfatları terim olarak verilmekte, bu terimin kısa açıklaması yapılmaktadır. Allah’ın zati sıfatları  “Vücut, Kıdem, Bekâ, Vahdaniyet, Muhalefetün-lil Havadis, Kıyam bi-nefsihi” Subutî Sıfatları “Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelam, Semi, Basar” sayılmakta ve sadece bu terimlerin lügat manası verilmektedir. Bu ise imanı anlatma konusunda bir bilgi vermemektedir. Yani, hayat canlılık anlamına gelir. Gerçekte ise Allah’ın hayatı elbette mahlûkatın hayatına benzemez. Diğer sıfatları da böyle açıklanmaktadır. Bundan imanın anlaşılması elbette zordur.

Yine meleklere iman sadece belli başlı meleklerin isimleri verilerek geçiştirilmektedir. Bundan da meleklere iman tam olarak anlaşılamaz. Zira verilen bilgiler yetersizdir ve melekleri anlamayı netice vermez. Aynı şekilde kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere iman da teknik bazı bilgiler vermekten öteye gitmemektedir. Bunlar da imanı anlatmaya kifayet etmemektedir. Zira bu bilgiler teorik bir kısım bilgilerden ibarettir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife imana ait bilgileri ilk olarak “Fıkh-ı Ekber” adı altında bir araya getirmiş ilk bilginlerdendir. İmana ait bilgilere “Fıkh-ı Ekber” denmesinin sebebi de imana ait bilgilerin “Usul-i Din” olmasından dolayı “Füru-u Din” olan ibadete ait bilgilerden daha önemli olmasındandır. Daha sonraki bilginler genellikle imana ait bilgilere önem vermişlerdir. Yazdıkları kitaplarında “İmana ait bilgileri” daha geniş ve daha detaylı veriyorlardı. İmam-ı Gazali İhya-ı Ulum isimli kitabının birinci cildinde çok geniş olarak “Kavaidu’l-Akaid” adı altında daha çok talebeler ve halk için yazmıştır. Ayrıca “El İktisat fi’l-İ’tikat” isimli ve hacimli bir kitabını da ilim yolcuları için yazdığını ifade etmiştir.

Günümüzdeki ilmihal kitapları maalesef imanı anlatmaktan ve öğretmekten çok uzaktır. Bu nedenle imanı akılla bütünleştiren ve ispatı esas alan yeni “Akaid” bölümlerine ihtiyaç vardır. İtikada ve imana ait bölüm en az ibadet bölümü kadar geniş olmalıdır.  

2. Akaid Kitaplarının İmanı Anlatmada Yetersizliği

Toplumu bir arada tutan, birlik ve beraberliği sağlayan, din ve inanç birliğidir. İnançlardaki farklılık düşüncelerdeki farklılığa, o da çatışmalara ve bölünmelere sebep olur. Bu nedenle inanç birliğini sağlamak, amaç birliğini de sağlar. Bu da toplumun birlik ve beraberliğini, aynı düşünce ve duyguları paylaşmayı netice verir. Bunu sağlayacak olan da Akaid kitaplarıdır.

Günümüze kadar yazılan Akaid kitapları halkın bilgilendirilmesini esas almış, vaaz ve irşat tarzında nasihat olacak şekilde halk dili ile kitaplar yazılmıştır. Bu kitaplarda genellikle teorik bilgiler verilmiştir. Geniş izaha ve ispata dayanan bir yol takip edilmemiştir. Günümüzün en az lise mezunu ve toplumun yüzde yirmiye yakını üniversite mezunu olan ve akademik düşünceye yönelen insanını tatmin etmemektedir.

Kelam kitapları ise genellikle tartışmalı konulara yer vermektedir. Mezhepler arasındaki derin tartışmalı konular ise hem toplumu fazla ilgilendirmemekte, hem de temel bilgilerden yoksun, bilgisi yetersiz ve inancı zayıf olanlarda daha çok şüphe ve tereddütlere sebep olmaktadır. Bu durum da kitaptan amaçlanan istifadeyi vermemektedir. Ayrıca “kişi ibn-i zamandır” kuralı gereği eski zamanlarda yaşayan ve hikâyelerden daha çok istifade eden, akla fazla değer vermeyen, izah ve ispat istemeyen toplumlara yazılan kitaplar günümüzün izah ve ispat isteyen insanlarının ihtiyaçlarına cevap vermemektedir.

Akaid ve Kelam kitaplarında “Tevhid” hakikatine gereği kadar ve ihtiyaç oranında yer verilmemektedir. Genellikle eskiden yaşanan “Kur’anın mahluk olup olmama meselesi” “İrade ve Hürriyet” konusunun sadece “istitaat” bölümü tartışma konusu olduğu için ele alınarak sonuçlanamayan tartışmalara yer verilmektedir. Tartışma tam bir sonuca ulaşmadığı için günümüz kitaplarında da sonuçsuz bırakılmaktadır. Hâlbuki bu konular günümüz “Hürriyetlerin kullanımı” ve “Hâkimiyet meselesi” gibi siyasi sonuçları da bulunan derin konulardır. Bu konuların gerek “Tevhid” gerekse “Kader” konusu içinde geniş bir şekilde anlatılmasına ve izahına ihtiyaç vardır.

Meleklere iman konusu her şeyden önce Allah’ın “Yaratıcılığının Sonsuzluğu” içinde ele alınması gereken bir konudur. Ayrıca topraktan ve sudan yaratılan milyonlarca tür ayrı canlıların bunduğu göz önüne alınınca nurdan ve ateşten yaratılan milyarlarca türün de bulunması aklın gereği olduğuna nazaran ele alınarak işlenmesi gereken bir konudur. Ayrıca melekler “Dört Büyük Melek” ile izah edilecek bir husus da değildir. Ama ne ki gerçekte sayısını Allah’ın bileceği melek türleri ve nevileri birkaç meleğe indirilerek okuyanların ve inananların akıl ve hayalleri sınırlandırılmakta, bu da melekler konusunun anlaşılmamasını netice vermektedir.

Ahirete iman konusu ise sadece hikâyemsi bilgilere yer verilerek Kur’ânın en çok değer verdiği aklen izah ve ispat hususuna yer verilmemektedir. Gerçekte ise Kur’an-ı Kerimin yaratılanlardan yola çıkarak ahiretin de yaratılacağına olan izah ve ispatlarına hiç değinilmemekte ve ihmal edilmektedir. Bu nedenle Ahirete İman konusu tam olarak verilmiş olmamakta ve çok eksik kalmaktadır. Bu nedenle de zamanımızın ihtiyaçlarına cevap vermemektedir.

Ayrıca “mehdi ve deccal” gibi ahir zaman alametlerine ait hususlara fazla yer verilmemektedir ve müteşabih hadislerin manaları mevcut şartlara göre yorumlanarak anlamlandırmak yerine kolaycılığa kaçarak inkâr yoluna gidilmektedir. Bu da gerek peygamberimizin (sav) hadislerine şüphe ile bakılmasına, gerekse bu hadisleri kitaplarına alan İslam bilginlerini töhmet altında kalmasına sebep olmaktadır. Bunun için gerek hadislerin, gerekse İslam bilginlerinin namusunu korumak için yeni izah tarzları ile açıklanmasına ihtiyaç vardır.

Bir başka konu da “Hilafet ve İmamet” konularıdır. Hilafetin seçimle tespitini esas alan sahabelerin aksine zaman içinde asırlar boyunca padişahlıkla idare edilen İslam ülkeleri hilafeti bu sisteme göre yorumlayarak seçime hiç yer vermemişlerdir. Hür ve demokratik seçimlerin yapıldığı zamanımızda akaid ve kelam kitaplarında sahabelerin uygulamaları esas alınarak seçim, muhalefet ve parlamenter sistem ile demokratik işleyiş konularına da yer verilmesi gerekirken ihmal edilmekte, demokrasi ve seçimin İslama aykırı olduğu, saltanat ve padişahlığın dinin gereği olduğu imajının Kaflarda yerleşmesine sebep olmaktadır. Bu hususların da akaid ve kelam kitaplarında yeniden ele alınarak izah edilmesine ve din, akıl ve siyaset üçlüsü içinde izahına ihtiyaç vardır.

3. İmanın Anlatılmasında Yeni Metot ve Yöntemler

İsmail Hakkı İzmirli “Yeni İlm-i Kelam” isimli eserinde “Dinimiz câmiu’l-mehâsin olmakla hiçbir vecihle kusur yoktur. Kusur ancak onu anlayıp anlatamayan bizlerdedir. Kalbi saf ve zihni boş olan gençlere dini öğretmek ise muallimlerin görevidir. Dini sevdirmek de dinden soğutmak da öğretmenlerin elindedir” (Yeni İlm-i Kelam, 4) demektedir. Muallimler yeni gelişen şartlara ve metotlara göre dini ve imanı anlatmakla yükümlüdürler. Gençlerin inançlarını bozanlar öğretmenler olduğu gibi düzeltecek olanlar da öğretmenlerdir.

Gelişen ve değişen şartlar denince sadece teknolojik gelişmeler anlaşılmamalıdır. Eski bilgileri yeni teknolojilerle aktarmak gelişen şartlara uyum sağlamak anlamına gelmez. Yeni nesillere yeni bilgiler verilmeli ve onların akılları ikna ve kalpleri tatmin edilmelidir. Teknolojiden çok bilgi yenilenmelidir. Bilhassa “Tabiatçılık” fikrinin akıllarda ve zihinlerde hükmettiği günümüzde “Her şeyin bir sebebi” “Sebep ve sonuç ilişkisinin” her şeyin kaynağı olduğu iddiasının ilim sayıldığı “Aynı sebeplerin aynı sonuçları doğurduğu” fikrinin her zaman geçerli bir kural olduğunun savunulduğu günümüzde “Tevhid” hakikatinin çok iyi anlatılması gerekir. Zira “Tevhid” hakikati anlaşılmazsa insan sebeplere tesir vererek şirke düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Tevhid anlaşılmazsa elbette “Kadere İman” anlaşılamaz ve “Ahirete İman” sadece teori olarak kalır; “Meleklere İman” hayali olur, “Peygamberlere ve Kitaplara İman” ise yüzeysel kalmaya mahkûmdur.

Tevhid hakikatinin anlaşılması için ise “Risale-i Nur Külliyatının” tevhide ait bölümlerinin çok iyi okunması ve anlaşılması lazımdır. Bilhassa “Ayetü’l-Kübra” “El-Hüccetü’z-Zehrâ” ve “32 ve 33. Söz” ile “30. Lem’a” ve 24. Mektubu” çok iyi okumak ve anlamak gerekir. Daha sonra diğer iman hakikatlerine dair risaleleri okumalı ve imana ait bilgilerimizi buna göre yeniden düzenleyip öğrencilerin ve halkın anlayacağı şekilde anlatmak gerekir.

Sonuç ve Teklifler

Yüce Allah Kur’ân-ı Kerimde Nisa Suresinde “Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne iman edin!” (Nisa, 4:136) ferman etmektedir. İman edenlere iman etmeleri gerektiğini emretmek imanlarını yenilemek ve artırmayı emretmek demektir. Nitekim Enfal Suresinde “mü’minlerin ancak Allah zikredildiği zaman kalpleri titreyen, Allah’ın ayetleri okundukça imanları artan kimseler olduğu ve ancak Allah’a dayanıp güvenenler olduğu” (Enfal, 8:2) ifade edilir.

Peygamberimiz (sav) “İmanlarınızı Lâ ilâhe İllallah diyerek yenileyiniz” (Müsned-i Ahmed, 2:359) buyurarak imanın daima yenilenmesi gereken bir hakikat olduğunu belirtmiştir. Zira imana aykırı pek çok fikir ve düşünce insanı etkilemektedir. İnsanın bu yanlış telkinlerden ve etkilerden kurtulması ancak imanı daima yenilemekle mümkündür. Bu nedenle imana ait konuların daima anlatılması ve öğretilmesi gerekir.  Günümüzün inananları ise “Allah’a inandık” dedikleri halde sanki Allah yokmuş, dini ve peygamberi gelmemiş gibi yaşamaya devam etmektedirler. Bu nedenle imana ait meselelerin daha çok anlatılmasına büyük ihtiyaç vardır.

Bunun için önerilerimiz şunlardır:

1. İman hakikatlerini din dili ile anlatan Risale-i Nurlar okunmalı ve anlaşılmalıdır.

2. Risale-i Nurlar esas alınarak çocuklara, gençlere, topluma ve üniversite gençliğine yönelik akaid ve kelam kitapları yazılmalıdır.

3. İlmihal kitaplarının iman bölümü daha detaylı, iknaya ve kalbi tatmine yönelik olarak yazılmalıdır.

4. İmana hizmetin hizmetlerin en önemlisi olduğu, diğer meselelerin imandan sonra geldiği gerçeğinden yola çıkarak her konunun iman temeline dayanması sağlanmalıdır.

5. Felsefenin “Hikmet-i Rabbaniye” ve Fenni bilgilerin “Marifet-i İlâhi” olduğu bu ilimlerin yeniden ele alınarak yazılması ile sağlanmalıdır.

Bu sayılan hususlar yapılmaya başlandığı zaman taklidî olan imanlar “Tahkiki İman” derecesine çıkmaya, buna bağlı olarak ibadet ve ahlakımız gelişme kaydetmeye başlayacaktır.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol