Hak ve hakikati bilmenin ve tespit etmenin yolu aklı kullanmaktır. Akıl ise belli kural ve kaidelerle hakikati ortaya çıkarır. Allah’ı tanıyacak olan akıl olduğu gibi, peygamberin hak peygamber olduğunu ve getirdiği kitabın Allah’ın kitabı olduğunu yine akılla bilebiliriz.
Yunus Emre “İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsin. Bu nice okumaktır. Okumaktan mana ne? Kişi Hakkı bilmektir. Sen okudun bilmezsin. Ha bir kuru emektir” diyor. Ne kadar hakikatli bir söz… Evet, insan gerçeği bilmek, hak ve hakikati öğrenmek ve ismi Hak olan Cenâb-ı Hakk’ı ve onun Hak isminin kainattaki tecellisi olan hakikati öğrenmek ve bilmeyene ispat etmek için okumalı ve araştırmalı. Bilgilerini bu hakikat üzerine bina etmelidir.
Hak ve hakikati bilmenin ve tespit etmenin yolu aklı kullanmaktır. Akıl ise belli kural ve kaidelerle hakikati ortaya çıkarır. Allah’ı tanıyacak olan akıl olduğu gibi, peygamberin hak peygamber olduğunu ve getirdiği kitabın Allah’ın kitabı olduğunu yine akılla bilebiliriz.
Peki akıl gerçeği ve hakikati nasıl bilecek? Akıl ve Mantık kuralları ile…
Akıl ve Mantığın kuralları nelerdir? Bunların üzerinde akıl yürütelim:
**
Kural – 1: “Yokluk ispat edilemez.”
Bir şeyi yok diye ispat etmek için bütün kainatı dolaşmanız lazım. Meselâ: Hindistan Cevizi yoktur» diyen bütün dünyayı her tarafı gezip yokluğunu ispat etmesi gerekir. Bu ise imkansızdır. Bu sebeple Allah’ın yokluğu asla ispat edilemez.
Kural – 2: “Bir ispat edici binler inkarcıların inkarını hiçe indirir ve hükümsüz bırakır.”
Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan'ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifakı sukut eder. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir. (Lem’alar, 17. Lem’a, 6. Nota, s.212.)
Kural – 3: “İspat edenler bir noktada, bir konuda birleşerek ittifak ederler.”
Çünkü, inkar edenlerin dâvâları sureten, görünüşte bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökteki hilâl-i Ramazan'ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur” der. Daha başkası da öyle der. Her biri kendi nazarında yoktur der. Her birinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez. Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü'l-emirde, hakikatte göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der. Görenler bütün aynı dâvâyı ve “hakikatte vardır" derler. Demek bütün dâvâlar birdir. İnkar edenlerin nazarları ayrı ayrı olduğundan, dâvâları da ayrı ayrı olur. Nefsü'l-emre, hakikate hükmedemiyorlar. Çünkü nefsü'l-emirde, hakikatte nefiy, inkar ispat edilmez. Çünkü her tarafı gezip gösterip yokluğunu ispat etmesi, her tarafı ihata etmesi lâzımdır.
İşte bu sebepten dolayı küffârın ve ehl-i dalâletin bir hakikat-i imaniyeyi inkâr ve nefyetmelerinde kuvvet yoktur. Çünkü, nefiy sırrıyla, ittifakları kuvvetsizdir. Bin nefyediciler, bir tek hükmündedir. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir; olmayan bir şeyi iddia etmektir. Küffârın inkarda kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede, şuhuda istinad eden ve ispata dayanan iki mü'minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.” (Lem’alar, 17. Lem’a, 6. Nota, s.212.)
Kural-4: Kıymet ve ehemmiyet keyfiyettedir, kemiyetin keyfiyete nispeten ehemmiyeti yoktur. Meselâ; 200 liralık bir banknot, 200 tane bir lira kadar değerlidir. Ehl-i hakikat bir ilim adamı bir şehirde yaşayan 100 bin kişiden daha değerlidir.
“Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur.
İşte, muzır kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler, Cenâb-ı Hakkın hayvânâtından bir nevi habislerdir ki, Fâtır-ı Hakîm onları dünyanın imâreti için halk etmiştir. Mü'min ibâdına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vâhid-i kıyasî yapıp, âkıbetinde, müstehak oldukları Cehenneme teslim eder.” (Lem’alar, 17. Lem’a, 6. Nota, s.212.)
Kural – 5: “Bir konuda ihtisas sahibinin sözüne itibar edilir.”
Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri onda geçmez, hükümleri hüccet olmaz; o fennin icma-ı ulemasına dahil sayılmazlar. Meselâ büyük bir mühendisin, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabip kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa, maddiyatta çok tevağğul eden ve gittikçe mâneviyattan tebâud eden ve nura karşı gabîleşen ve kabalaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirâne sözü mâneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir.
Acaba yerde iken Arş-ı Âzamı temaşa eden, harika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene mâneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-ı imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn, hatta hakkalyakîn sûretinde keşfeden Şeyh Geylâni (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatın ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve mânevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz'î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder? Ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?
Hakaik-ı İslâmiyeye zıddiyet gösterip mübareze eden küfrün mâhiyeti bir inkârdır, bir cehildir, kabul etmemektir, bir nefiydir. Sureten, görünüşte ispat ve vücudî görülse de, mânâsı ademdir, nefiydir. İman ise ilimdir, vücudîdir, ispattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi, bir müspet hakikatin unvanı ve perdesidir.” (Şualar, 7. Şua, Mukaddime, s.143.)
Kural – 6: Din Konusunda Peygamberlerin ve Din Alimlerinin Sözüne Güvenilir
Din Allah tarafından Cebrail (as) peygamber aracılığı ile insanlığa mesajıdır. Peygamber de “Mucize” ile müeyyeddir. Ulema ve evliya da peygamberin yolundan gittikleri için müdellel ve müberhen aklî ve naklî ilimle mücehhez ve keramet denen harikalara mazhardırlar. Onların sözlerine güvenmek yerine dinden uzak filozofların ve fennî ilimlerde terakki edenlerin sözlerine güvenmek ve onların ihtisası olmayan din konusundaki görüşlerine değer vermek ne aklen, ne ilmen ve ne de mantıken doğru değildir.
İnsanların İnanmama Sebeplerine Gelince
Evvela, inananlar bir hakikate dayanarak aynı konuda ittifak edip birbirine güç verirken inanmayanların her birinin farklı sebebi ve bahanesi vardır. İnanmayanlar bir konuda ve bir noktada ittifak etmezler. Herkesin inanmama ve dine karşı çıkma sebebi farklı farklıdır ve bireyseldir.
Dine inanmayanlar da iki kısımdır:
Birincisi: Adem-i Kabulcülerdir. Bunlar kabul etmeyenler, dinle ilgilenmeyenlerdir. Hiçbir sebep yokken dinle imanla ilgilenmezler. Nefislerinin şehvetlerine aldanmış ve dünya hayatına dalmışlardır. Allah’a ve ahirete inanma konusuna hiçbir çabaları yoktur. Biz Allah’ı ve ahireti bilemeyiz, anlayamayız. Ben dünya hayatına bakarım” derler. Bunlar Agnostikler ve Deistlerdir. Siz ne derseniz deyin, onlara dinletemezsin. Yüce Allah’ın “O kafirleri siz korkutsanız da korkutmasanız da müsavidir, inanmazlar. Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; onlar inanmazlar.” (Bakara, 2:6.) buyurduğu kimselerdir.
İkincisi: Kabul-ü Ademcilerdir. Dine karşı çıkan ve dini ve Allah’ın varlığını açıkça inkar eden ve dinle savaşanlardır. Bunlar Ateistler ve Materyalistlerdir. İnkarlarını ispat etmeye çalışırlar. Bozuk akıllarınca safsata, demagoji ve cerbeze ile inkarlarını ispat etmeye çalışarak akıllılar nazarında gülünç olurlar. Bunlar Allah’ın inkar ederler ama maddeye ve atomlara uluhiyet verirler. Bir tek Allah’ı kabul etmez; ama atomlara ve maddeye Allah’ın sıfatlarını verirler. İnsanı Allah’ın yarattığına inanmazlar ama insanın kurbağadan ve maymundan yaratıldığını iddia etmek gibi saçmalıklara ilim adını veren Darvincilerdir.
İnkar da üç çeşittir
Birincisi: İspat edilebilir inkardır. Kişinin eksik bilgi ve yanlış bilgilenmeden kaynaklanan inkardır. Meselâ, “Hindistan cevizi bir efsanedir” diyen kişiye Hindistan cevizinin yerini ve iklimini anlatmakla veya göstermekle inkarını yok edebilir ve yanlışını gösterebilirsiniz. Allah’ın varlığını bilgisizliğinden veya yanlış bilgilerden dolayı inkar edenin durumu budur. Bu ispat edilebilir inkardır.
İkincisi: İspat edilemeyen inkardır. Bu genel umum dünyaya ve kainata bakan inkardır. İspat etmek için bütün kainatı ve bütün zamanları gezip dolaşmak lazımdır ki bu imkansızdır. Meselâ, cennet ve cehennemin nerede olduğu, mahşer yerinin nerede kurulacağı gibi bütün kainata ve ahirete ait meseleler böyledir. Ayrıca görünmeyen cinlerin ve meleklerin varlığını inkar edenlere göstererek ispat etmek de imkansızdır. Ancak aklî deliller ve karineler ile ve peygamberin haberleri ile bunlar izah edilebilir. Evvela peygamberin nübüvvetini ispat edip “Sıdk” sıfatını kabul ettirdikten sonra kabul edilebilir.
Meselâ; “Cehennem yerin altındadır” hadisinden yola çıkarak küremizin altı 2000 derece ısıya sahip her şeyin içinde erimiş halde bulunduğu magma tabakasının olduğu kabul edilerek, bunun cehennemin bir çekirdeği olduğunu ve Allah’ın kainatının dilediği yerinde cehennemi yaratmış olabileceğini izah ile anlatılabilir. Yine meleklerin ve cinlerin varlığını hayatın dünyanın her tarafını kuşattığını ve hayat olmazsa varlığın anlamının olmadığı, öyle ise kıyasen yıldızların ve gezegenlerin hayatsız olamayacağı oradaki hayat şartlarına uygun meleklerin ve cinlerin olabileceği gibi mantıkî kıyaslarla ispat edilmeye çalışılabilir.
Üçüncüsü: Azamet ve büyüklük cihetiyle akla sığmadığı için inkar edilir. Tevhit hakikatinin azameti cihetiyle akla sığmadığı için şirke ve batıl düşüncelere evrilmesinin sebebi budur. Bütün batıl dinler hak ve hakikat inancı olan Tevhidin anlaşılmaması ve akla sığmamasından kaynaklanmaktadır.
Kur’an-ı Kerim derin ve akla sığmayan azametli hakikatleri izah ve ispat için akla yakınlaştıracak “Temsil” yolunu ihtiyar etmiş ve misallerle temsillerle anlatmıştır. Meselâ Allah’ın kainattaki hakimiyetini bir padişahın tahtında oturarak büyük devletini yönettiğine misal olsun diye “Allah arşa istiva etmiştir” buyurur. Yine yüce Allah kudretini ve yardımını “Allah’ın eli onların eli üzerindedir” ayeti ile ifade etmiş. Allah her şeyi görür, işitir ve bilir derken insanların görmesini, işitmesini ve bilmesinin örnek göstermiştir.
Allah’ın her yerde hazır ve nazır olması ve her işi bizatihi yapması gibi azametli hakikat güneşin ısısı, ışığı ve yedi rengi ile bütün aynalardan yansıyarak aynalar vasıtasıyla iş görmesi misali ile izah edilebilir. Meleklerin her yerde görünmesi, Azrail’in bir anda pek çok canlıların ruhunu alması da yine güneş temsili ve stüdyodaki görüntünün bütün televizyonda görünmesi misali ile aklî delillerle ve temsil metodu ile ispat edilebilir.
“İlm-i mantıkça, çendan, 'Kıyas-ı temsilî, yakin-i kati ifade etmiyor.' denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nevi var ki, mantığın yakini burhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakinidir. O kısım da şudur ki:
Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-i küllinin ucunu gösterip, hükmü o hakikate bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususi maddede gösteriyor, ta o hakikat-i uzma bilinsin ve cüz'î maddeler ona ircâ edilsin. Meselâ, 'Güneş, nuraniyet vasıtasıyla, bir tek zat iken her parlak şeyin yanında bulunuyor.' temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki, nur ve nurani için kayıtolamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi olur, mekân onu zapt edemez.
Hem meselâ, 'ağacın meyveleri, yaprakları bir anda, bir tarzda, kolaylıkla ve mükemmel olarak bir tek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri' bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatin kanununu gayet kat'î bir surette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelânıdır.
İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, burhan-ı kat'î-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakinidirler.” (Sözler, 32. Söz, s.836.)
Azamet ve büyüklük cihetinde akla sığmayan hususlar da böyle “Temsil” ve “Kıyas-ı Temsil” yoluyla izah ve ispat edilebilir. Temsiller dürbün ve mikroskop gibidir. Uzak ve derin hakikatleri akla yaklaştırır.