Halk Fırkası, Cumhuriyet ilânından hemen sonra 10 Kasım 1924 tarihinde alınan bir kararla adını ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’ olarak ilân etmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası, inkılâbın ilerleyiş ve işleyişiyle beraber kendi mevcut yapısında ve programında birçok farklılıklar geçirmiştir. Prensiplerini sürekli olarak gelişen duruma ve ihtiyaçlara göre yenilemiştir.
Giriş
Osmanlı 1876 yılında “Kanun-i Esasiyi” hazırlayarak Meşrutiyeti ilan etti ve parlamenter sisteme geçti. Ancak 1878 Osmanlı Rus savaşında Osmanlı devleri mağlup olup Ruslar “Ayastefenos”a (Yeşilköy) kadar gelince Meclis-i Mebusan’da yaşanan tartışmalardan vehme kapılan Sultan Abdulhamid mağlubiyetin sebebini Parlamento’ya bağlayarak meclisi feshetti ve Yıldız Sarayı’na kapanarak ülkeyi buradan idare etmeye başladı. Bu “Tek adam yönetimi” tam 30 sene devam etti. Osmanlı bu dönemde savaşa girmedi ama topraklarından pek çoğunu kaybetti, ekonomik yönden de zaafa uğradı.
Osmanlı vatanperverleri ve özellikle Avrupa’ya giderek oradaki gelişmişliğin sebebini “Hürriyetçi” parlamenter sistemden kaynaklandığını anlayan ve kendilerine “Jön Türk” denen aydınlar yeniden “Hürriyetin” ilanı ile Meclis-i Mebusan’ın açılması için yönetimi zorlamaya başladı. Bu amaçla “Osmanlı Ahrar Cemiyeti” ve “İttihat Terakki” gibi cemiyetler kurarak Kur’ân-ı Kerimin “Meşveret” emrini uygulayacak olan “Meşrutiyet” yönetimine geçmek için büyük gayretlere giriştiler.
Sultan Abdulhamid bu faaliyetleri ülke yönetimini zaafa uğratacağı düşüncesi ile yasaklama yönüne gitti. Onlar da Fransa, Londra ve Kahire’ye giderek basın ve yayın yoluyla hürriyetçi fikirlerini yayma yolunu seçtiler. Özellikle Hürriyet Kahramanı Namık Kemal ve arkadaşları “Hürriyet Kasidesi” ve “Rüya makalesi” gibi makale ve şiirlerle basın ve yayın yoluyla toplumu aydınlatma yoluna gittiler.
Sultan Abdulhamid’in açtığı Mekteplerde ve özellikle Tıbbıye ve Harbiye hocaları ve talebeleri Hürriyetçi akıma büyük destek verdiler ve “İttihat ve Terakki” içinde teşkilatlandılar. 1907’de İstanbul’a gelen Bediüzzaman Said Nursi hazretleri de “Ahrar” dediği hürriyetçilere büyük destek verdi. Hürriyet ve Meşrutiyeti şeriat namına destekledi. Bu konuda çeşitli gazetelerde yazılar yazdı, nutuklar ve vaazlar verdi.
Bu durumu dikkate alan Sultan Abdülhamit Meclis-i Mebusan’ın açılmasına karar verdi ve 23 Temmuz 1908’de “Hürriyeti” ilan etti. Bediüzzaman Said Nursi hürriyetin ilanının üçüncü günü 26 Temmuz 1908’de Sultanahmet Meydanı’nıda yapılan mitinge katılarak “Hürriyete Hitap” nutkunu okudu ve hürriyetin önemini anlattı.
Hürriyetin İlanından sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki iktidarını devam ettirmek için Abdulhamit’ten daha fazla baskı ve istibdada yönelince ülkede büyük huzursuzluk meydana geldi ve bu durum hürriyeti anlamayan ve uygulamadaki yanlışların tamamın hürriyete veren avam tabakasının, ehl-i mektep, medrese ve tekke mensuplarının halkı kışkırtması ile malum 31 Mart Hadisesi (13 Nisan 1909) meydana geldi. İstanbul’da 10 günden fazla süren bu kargaşayı önlemek için Selanik’ten gelen “Harekât Ordusu” duruma müdahale etti ve “Sıkıyönetim” ilan ederek “Meşrutiyet karşıtları” diye “İttihat ve Terakki” muhalifleri olan “Ahrarları” ve “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti” üyelerinin birçoğunu idam etti Abdulhamid’i iktidardan uzaklaştırdılar. Bediüzzaman Said Nursi’yi de “Meşrutiyet karşıtı” iddiasıyla tutukladılar ve idam isteği ile “Divan-ı Harb-i Örfi”de sorguladılar.
Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfi’de yaptığı muhteşem “Şeriat ve Meşrutiyet” müdafaası ile berat etti ve pek çok idam mahkumunu da idamdan kurtardı. Bu olaydan sonra Selanikten gelen İttihat Terakki’nin bozuk, devletçi ve müstebit kısmı yönetime hâkim oldu. Bediüzzaman bu durumu “Tebeddül-ü Saltanat” (Kastamonu Lahikası, s.157.) ve “Selaniklilerin İstibdadı” (Şualar, s.419.) olarak tespit eder.
Hürriyet ve Meşrutiyete Geçiş
Bediüzzaman Divan-ı Harb-i Örfi’deki savunmasına “Vaktaki hürriyet dîvanelikle yad olunurdu; zayıf istibdat, tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktaki îtidal, istikamet irtica ile iltibas olundu; meşrûtiyette şiddetli istibdat, hapishaneyi mektep eyledi.” (Tarihçe-i Hayat, DHÖ, s. 54.) ifadeleri ile başlayarak Hürriyetin ilanından önceki döneme “Zayıf İstibdad” derken İttihat ve Terakkinin bozuk kısmının Meşrutiyeti kurtarma adına 31 Mart’tan sonraki tutumunu “Şiddetli İstibdad” olarak tenkit eder.
Bediüzzaman 1909’daki 31 Mart Hadisesini şöyle değerlendirir. “Âl-i himmet olanlar o olayda sükût ettiler. Garazkar cerideler hakiki hürriyetçilerin sadasını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların elinde kaldı. Müntesipleri de dağıldılar.” (Münazarat, 84.) Maalesef İttihat Terakki’nin bozuk kısmı olan Selanikliler kolunun Manastır kolunu tasfiye ederek yönetimi ele geçirmesi ve baskıcı istibdada yönelmesi, iktidarlarını korumak amacı ile hayallere kapılarak I. Dünya Savaşına girmesi ve taraf olması sonucu Almanlarla beraber Osmanlı da mağlup sayıldı ve galip ülkeler tarafından işgal edildi.
Osmanlının hamiyetli ve gayretli askerî erkanı, mülkî erkanı ve din adamları el ele vererek Trabzon, Amasya, Sivas ve Erzurum Kongrelerini toplayarak halkın desteğini alıp Anadolu Kurtuluş Savaşını başlattılar, Osmanlı Meclis-i Mebusanını Ankara’da topladılar, kongrelerden gelen yeni delegelerle takviye ederek 23 Nisan 1920’de TBMM’yi açıp Kurtuluş Savaşını yönettiler ve nihayet 26 Ağustos 1922’de Yunanlılar’dan İzmir’i alarak büyük bir zafer kazandılar. Bunun üzerine diğer işgalciler de Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldılar. Böylece TBMM’nin I. Meclisi Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağladılar.
İttihat Terakki’nin Selanikler kolu siyasi olarak TBMM’de güçlerini koruyarak CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) etrafında toplandılar ve 9 Eylül 1923’de resmen partilerini kurup 3 Nisan 1923’de seçime gitti. Mustafa Kemal bu seçime hem Ankara hem İzmir’den katılmış, ikisini de kazanarak TBMM’ye girmiştir. (Kenan Olgun, Türkiye’de Cumhuriyetin İlanından 1950’ye Genel Seçim Uygulamaları, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı:79, Ankara, 2011, s.11-12.) CHF dışında parti olmadığı için TBMM CHF milletvekillerinden teşkil olundu.
Saltanattan Cumhuriyete Geçildi İddiası ve İstibdad-ı Mutlak Dönemi
Osmanlı 1908’den itibaren saltanatı sınırlandırmış ve Meşrutiyetle yönetimi Meclis-i Mebusan’a bırakmıştır. Dolayısıyla Cumhuriyet yönetimine iddia edildiği gibi saltanattan geçilmemiş Meşrutiyet’ten Cumhuriyete geçilmiştir. Osmanlı bu dönemde mutlakıyetle değil, meşrutiyetler yönetiliyordu.
Bu seçimlerin nasıl yapıldığını CHF Genel Başkanı Mustafa Kemal şöyle anlatır: “Aziz Vatandaşlarım! Cumhuriyet Halk Fırkası namına bütün memlekette TBMM azalığı için tespit ettiğim zevâtın heyet-i umumiyesini ıttılaınıza (bilginize) arz ediyorum. Her vatandaş için yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşların heyet-i umumiyesinin birlikte görülmesini faideli addettim. Bunlardan her daire-i intibahiyeye (seçin bölgesine) tefrik edeceğim mebus namzetlerini ayrıca imzam tahtında arz edeceğim.” (Hâkimiyet-i Milliye, 31 Ağustos 1927, Atatürk’ün Tamim Telgraf ve Beyannameleri, 4:534; Fikret Başkaya, Paradigmanı İflası, İstanbul-1991, s.113.)
1924 yılı Kasım’ına kadar Cumhuriyet Halk Fırkasının adı “Halk Fırkası” idi. Başında “Cumhuriyet” bulunmuyordu. Muhalif gruplar arasında “erdemli rejim” olarak nitelendirilen “Cumhuriyeti sahiplenmek” tekelinden kaynaklanan rekabet nedeniyle de partilerin ismine “Cumhuriyet” tabiri ilave edilecektir. (Süleyman Kocabaş, T.C. Devleti Tarihi 3, Atatürk Dönemi 1923-1938 Partileşme Süreci, Ekonomi ve Dış Politika, Otoriter Yönetim, Önemli Olaylar Atatürk’ün Ölümü, İstanbul, 2007, s.37.)
Halk Fırkası, Cumhuriyet ilânından hemen sonra 10 Kasım 1924 tarihinde alınan bir kararla adını ‘Cumhuriyet Halk Fırkası’ olarak ilân etmiştir. Cumhuriyet Halk Fırkası, inkılâbın ilerleyiş ve işleyişiyle beraber kendi mevcut yapısında ve programında birçok farklılıklar geçirmiştir. Prensiplerini sürekli olarak gelişen duruma ve ihtiyaçlara göre yenilemiştir. 1927 yılına kadar geçen zaman içinde, Türkiye’de birçok önemli gelişmeler yaşanmış, ülke bütünüyle farklı bir yapıya bürünmüştür. Siyasi ve toplumsal alanlarda, Osmanlı Devleti’nden bütünüyle ayrılışı ifade eden mühim ve gerçekçi çalışmalar yapılmış; saltanat ve hilafet kurumlarına son verilmiş, cumhuriyet ilan edilerek toplumsal alanda toplumun gündelik hayatını direkt etkileyen, kılık ve kıyafet konusu düzene sokulmuş, medeni kanunun değiştirilmesi gibi birçok alanda gelişmeler yaşanmıştır. Bu tür gelişmeler halk tarafından olumlu karşılanmayarak, Mustafa Kemal Paşa’nın yakınındaki kişilerde dâhil olmak üzere, yeni uygulamalara ve onun kişiliğine yönelik olmak üzere meclis içinde ve dışında son derece güçlü bir muhalif kesim oluşmuş, ülkede siyasi ve sosyal sıkıntılar çoğalmış ve sıkıntılı bir sürece girilmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın Millî Mücadele Dönemi’ndeki samimi dostları tarafından “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası”nın oluşturulması, bu tür problemlerin bir nevi yansıması olarak kabul edilebilir. Fakat muhalefet bununla sınırlı kalmayarak, Şeyh Sait İsyanı gibi bazı ayaklanmalara hatta Mustafa Kemal Paşa’nın, İzmir’de kendisine yönelik olarak bir suikast teşebbüsü hazırlanmasına kadar gitmiştir. Bu tür olaylara engel olmak için yürürlüğe konulan “Takrir-i Sükûn Yasası” ve oluşturulan “İstiklal Mahkemeleri” ile ülkede otoriter bir baskı sistemine dönüşmüştür. TCF kapatılmış ve muhalefet tamamen sindirilmiştir.
1927’de CHP kongresinde “Köy Muhtarlarının seçiminin dahi partinin kontrolünde yapılması” karara bağlanmıştır. Milletvekilleri CHP iktidarı boyunca CHP Genel Başkanı tarafından atanan memurlar konumundaydı. Bir dönem parti Genel Sekreteri İçişleri Bakanı olup İl Başkanları Vali olarak atanmışlardı. Böylece Cumhuriyet yönetimi “Tek Adam” ve “Tek Parti” yönetimine dönüşmüştü. Halka CHP dışında bir partiye oy verme hakkı tanınmıyordu. (Mehmet Altan, İkinci Cumhuriyet Nedir Ne Değildir? Türkiye Günlüğü Dergisi, sayı: 20, s.10.)
Bediüzzaman bu durumu “İstibdad-ı Mutlak” olarak değerlendirir. Din tedrisatı yaptığı, kitap yazdığı için “Gizli cemiyet kurmak” “Cumhuriyet düşmanlığı yapmak” “İrtica” gibi suçlamalarla sürgünlere ve hapislere atılan Bediüzzaman mahkemede hakimlere şöyle der: “Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muârızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdâd-ı mutlaka “cumhuriyet” nâmı vermekle, irtidâd-ı mutlakı rejim altına almakla, sefâhet-i mutlaka “medeniyet” ismi vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.” (Tarihçe-i Hayat, s. 363.)
Bediüzzaman Şeriatın İstibdadı Kaldırmak İçin Geldiğini İfade Eder
Bediüzzaman 1909 Divan-ı Harb-i Örfi’deki müdafaasında “Milletin efendisi, onlara hizmet edendir” (Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 2:463.) hadisinin sırrıyla, Şeriat âleme gelmiş; tâ istibdadı ve zalimâne tahakkümü mahvetsin” der ve ilave eder: “Herhangi bir nutuk îrâd ettimse, her bir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan ile ispata hazırım. Ve dedim ki: Asıl Şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-i meşrûtiyet-i meşrûadır.” (Tarihçe-i Hayat, 73-75.)
İstibdadı dinden uzaklaşmaktan ve küfr-ü mutlaktan kaynaklandığını ifade eden Bediüzzaman “Risale-i Nur’un siyasetle alakası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder” der. (Şualar, s.251.) Böylece küfr-ü mutlaka düşen avamın anarşizme kayacağı, havassın ve yöneticilerin de istibdad-ı mutlaka yöneleceğini ifade eder. Zira “Din terbiyesi olmasa, Müslümanlarda istibdad-ı mutlak ve rüşveti mutlakadan başka çare olamaz” buyurur. İstibdadın da anarşinin de çaresinin ancak din terbiyesi, Allah korkusu ve ahiret duygusu olduğunu beyan eder.
Demokrat Parti İktidarı İstibdadın Kalkması ve Hürriyet
1945 “İnsan Hakları Everensel Beyannamesi”nin dünya devletlerince kabul edilmesinden sonra “Din ve Vicdan Hürriyetini” esas alan Demokratların siyaset sahasında yükselmeye başladığı bir döneme girilmiştir. Dünyanın bu gidişatından Türkiye’de etkilenmiş ve Rusya’nın yayılmacı politikalarına ve Komünizme karşı alınan önlemler çerçevesinde demokratik ülkeler NATO’yu kurmuşlardı. Rusya Türkiye’yi de tehdit ederek Kars ve Ardahan’ı istemesi ve Boğazlarda hak iddia etmesi üzerine NATO’ya müracaat edilmiştir. Onlar da “Demokrasiye geçme şartı ile” kabul etmişlerdi. Bunun üzerine çok partili siyasi hayata geçilmesine karar verildi.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bu duruma çok sevindi. 1948 Afyon Mahkemesi sonrası talebelerine şöyle bir mektup yazdı: “Otuz seneden beri siyaseti bırakıp havadislerini merak etmediğim halde, mucizatlı Kur'ân'ımızı iki buçuk sene müsadere edip bize vermemekle beraber, dünyada emsali vuku bulmamış bir tarzda Afyon Mahkemesi bizi tâzip ve kitaplarımızın neşrine mâni olmak cihetiyle, ziyade beni incitti. Ben de beş on günde iki üç defa siyaset dünyasına baktım, acip bir hal gördüm. Müdafaatımda dediğim gibi istibdad-ı mutlak ve rüşvet-i mutlaka ile hareket eden bir cereyan-ı zındıka masonluk, komünistlik hesabına bizi böyle işkencelerle ezmeye çalışmış. Şimdi o kuvveti kıracak başka bir cereyan bu vatanda tezahüre başladığını gördüm. Fazla bakmak mesleğimce iznim olmadığından daha bakmadım.” (Emirdağ Lahikası-2, s. 343.)
Daha sonra şöyle buyurdu: “Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da “Bırakınız!” diyordum. Sebebi, siyaset ihlası kırar. Fakat şimdi hissettim ki bazı münafıklar dindarları perde yapıp dini siyasete alet, sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmeye çalıştıklarından safdil dindarların hatırı için bir-iki defa siyasete baktım, gördüm ki:
Bizi bu üç-dört mahkemede “Dini siyasete alet ediyor” diye itham edenler kendileri dessasane dini tezyif etmek için, kendileri sonra da siyaseti dinsizliğe alet etmek için dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddad, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetim içinde, Hürriyet başında bizimle, yani İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti ile, İttihadçıların bir kısmındaki gizli farmasonlara muarız ve manen bizimle, yani İttihad-ı Muhammedî ile müttefik olan Ahrar Fırkası yine otuz beş sene sonra dirildi, yine uyandı. Birden şeair-i İslamiyenin başında olan ezan-ı Muhammedî’yi farmasonların zincirlerini kırıp ilan etmesiyle; siyasetten kat’-ı alâka eden, eskide “İttihad-ı Muhammedî” şimdi “Nurcular” namını alan ve İttihad-ı İslam içinde bulunan kardeşlerimiz yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risale-i Nur benim bedelime konuşuyor dedim, yüzümü çevirdim. (Beyanat ve Tenvirler, s. 305-307.)
Bediüzzaman Demokrat Partiyi 1908’lerin Ahrar Fırkasının devamı olarak görür. O dönem Ahrar Fırkası ile İttihad-ı Muhammedî’nin “İttihad-ı İslam” amacına dönük siyasetlerini takdir ettiği için bu zamanda Nurcuların da Demokratlarla aynı amaca hizmet noktasında müttefik olduğunu belirtir ve şöyle devam eder:
“Benim son hayatımı Isparta havâlisinde geçirmek büyük bir arzumdur. Ve Nur Efesinin dediği gibi demiştim: “Isparta, taşıyla toprağıyla benim için mübarektir.” Hatta yirmi beş seneden beri beni işkence ile tâzib eden eski hükûmete kalben ne vakit hiddet etmişsem, hiçbir zaman Isparta hükûmetine hiddet etmeyip o mübarek vatandaki hükûmetin hatırı için ötekileri de unutuyordum. Hususan oradaki eski tahribatı tamirata başlayan hakiki vatanperverler olan Demokrat namında hamiyetli Ahrarlar, yani hürriyetperverler, Nur ve Nurcuları takdir etmelerine çok minnettarım. Onların muvaffakıyetine çok dua ediyorum. İnşaallah, o Ahrarlar istibdad-ı mutlakı kaldırıp tam bir hürriyet-i şer’iyeye vesile olacaklar” (Emirdağ Lahikası-II, s. 347-348.) buyurur.
Gerçekten de Demokrat Parti’nin iktidarı ile istibdat bir derece ortadan kalkmış, Din ve Vicdan Hürriyeti hayata geçmiş, Ezan aslına çevrilmiş, ibadet hürriyeti gelmiş, okullarda “Din Dersleri” başlamış, Din Eğitimi veren İmam-Hatip ve İslam Enstitüleri açılmıştır. Aynı zamanda Risale-i Nurun İman Hizmeti ve Neşriyat hizmeti inkişafa başamış, talebeler, memurlar, askerler ve büraokratlar korkmadan Risale-i Nurları alıp okumaya başlamışlardır. Risale-i Nurlar matbaalarda basılarak muhtaçlar kolayca elde etmeye ve istifade ederek imanlarını kurtarmaya başlamışlardır.
Tabii ki bu durum Laikliği dinsizlik olarak uygulamak isteyenleri rahatsız etmiştir. 1960 darbesi 12 Mart Muhtırası ve 1980 darbesi bu sebeple hep Demokrat hükümetlere yapılmıştır. Demokrat Parti ve devamı olan Adalet Partisi ve Doğru Yol Partisi’ne her nevi yıpratma taktikleri uygulanmış ve TBMM dışında bırakılmaya çalışılmıştır. ANAP ve AKP gibi partiler darbe sonrası pazarlıklarla kurulmuş ve Siyaset Mühendisleri tarafından belli şartlarla iktidar vaadi ile iktidara getirilmiş ve desteklenmiştir.
Nihayet Siyaset Mühendisleri 1982 Anayasa’sına “Laikliği” Anayasa’nın değişmez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri arasına yerleştirmişlerdir. Bu güvence ile bu defa CHP’nin siyasi hedefi olan Atatürkçülüğü ve Laikliği Müslüman halka benimsetmek için “Dindar Atatürk” ve “Dinin gereği Laiklik” propagandaları yapılmıştır ve yapılmaya devam etmektedir.
12 Eylül 1980 sonrası okullarda “Zorunlu Din Dersi” konularak “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” kitaplarında Atatürk’ün dindar olduğu ve dine faydalı uygulamalar yaptığı anlatıldı. Bunun için Atatürk tarafından kurulan devlete bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı kullanıldı. Bu konuda Cumhuriyet Halk Partisi Propaganda Kolu Başkanlığı görevi ile siyasete giren 1983’de, Halkçı Parti’den İzmir milletvekili seçilen Rüştü Şardağ: “Laiklik ve Atatürkçülüğü sömürmekle Kur’ân’ı çarpıtanları nasıl önleyeceğiz? Allah’ımıza ve Kur’âna eğilerek! Anayasamızın değişmez ve değiştirilemez olan maddelerini inceleyerek. Atamızın, Müslümanlığın gerçeğine nasıl saygıyla bağlı olduğunu öğreterek” (Milliyet Gazetesi, 13 Şubat 1994.) demektedir. Münafıkların hiçbir kutsalı olmadığı için her şeyi çarpıtarak istismar ettikleri gibi Kur’an ayetlerini çarpıtarak Laikliği dinin gereği imiş gibi anlatmayı siyasetlerinin devamı için gerekli görmüşlerdir.