
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Münazarat” isimli eserine “İstabdad nedir?” ve “Meşrutiyet nedir?” suallerine verdiği cevaplarla başlar. İstibdadın ne olduğu bilinirse meşrutiyetin ne olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu nedenle önce istibdadı tarif ederek meşrutiyeti anlatır.
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Münazarat” isimli eserine “İstabdad nedir?” ve “Meşrutiyet nedir?” suallerine verdiği cevaplarla başlar. İstibdadın ne olduğu bilinirse meşrutiyetin ne olması gerektiği kendiliğinden ortaya çıkar. Bu nedenle önce istibdadı tarif ederek meşrutiyeti anlatır.
İstibdad nedir?
1. “İstibdad tahakkümdür.” Tahakküm, başkasına hükmünü icra ettirmek için baskı yapmak anlamına gelir. Baskının her çeşidine karşı çıkmıştır. Yönetim ne şekilde olursa olsun baskısız, ikna yöntemi ile iş yapanları isteklendirerek yapılmalıdır. Her konuda gönül rızası esastır. Babanın çocuğuna, öğretmenin öğrencisine ve amirin memuruna tahakkümle değil, şefkatle ve ikna metodu ile doğru olanı yaptırması gerekir. Tahakküm her zaman tepki doğurur. Bu sebeple atalarımız “gönülsüz yenilen aş, ya karın ağrıtır ya baş” demişlerdir.
2. “Muamele-i keyfiyedir.” Keyfî muamele, ben böyle istiyorum, öyle ise böyle yapacaksın demektir. Herhangi bir maslahat ve faydaya matuf olmayan, kimseye yararı bulunmayan, sadece emredenin ve amirin egosunu tatmin etmekten başka bir sebebi bulunmayan davranış şeklidir ki bu da bir nevi tahakküm sayılır. Bunda kişinin enaniyetini tatmin ve muhatabın zelil olmasını isteme söz konusudur.
3. “Kuvvete istinat ile cebirdir.” İstibdad kuvvet kullanmak ve zorla yaptırmak demektir. Kuvvete dayanan ve zorlamayı netice veren her şey istibdad sayılır. Bu da insanlığa yakışmaz. Aklı olmayan hayvanlar ancak zorla ve güçle isteklerini yaptırma ve ihtiyaçlarını karşılama yoluna giderler.
4. “Rey-i vahidir.” Tek kişinin görüşüdür. Bir kişi kendi görüş ve düşüncesini esas alıyor ve bunu da hiçbir delil ve maslahata dayandırmadan zorla başkalarına kabul ettirmek istiyorsa buna istibdad, baskı ve zorlama adı verilir. Ayrıca tek kişinin kimseyle istişare etmeden kendi görüşü ile idaresi de istibdat ve baskı sayılır.
5. "Sû-i istimâlâta gayet müsâit bir zemindir.” Baskıya ve zora dayanan yönetimler insanlar daima yalancılığa, kötü muameleye ve hırsızlığa sevk eder. İnsanların meşru isteklerini ve arzularına müsaade edilmediği, hak ve hürriyetlerinin kısıtlandığı her yerde insanlar bunu gizli ve hile yoluyla elde etmeye ve yapmaya yönelirler. Bu da insanları yalancılığa, hileye ve hırsızlığa sevk eder. İşte “su-i istimalin” kapıları bu şekilde açılır ve artık kapatılması zorlaşır. İnsanlar hilekâr ve yalancı olurlar.
6. “Zulmün temelidir.” Zulüm, haksız muamele ve başkasının hakkını gasbetmek ve hakkı olmayanı almaktır. İnsanların hürriyetlerine, fikir ve düşüncelerine değer verilmemesi ve yapılacak bir iş konusunda fikrinin alınmaması, her konuda bazılarının kendilerini yetkili görmeleri zulmün sebebi ve temelini oluşturur. Bu ise istibdat demektir. Bütün haksızlıklar ve zulümler bu kapıdan yol bularak insanlığa hâkim olmuştur.
7. “İnsaniyetin mâhisidir.” Baskı her şeyden önce insan iradesinin işleyişini ve aklının çalışmasını engeller. Çünkü birileri sizin yerinize karar veriyor ve birileri size akıl veriyorsa sizin düşünmenize, aklınızı kullanmanıza ve iradenizle hareket etmenize gerek yoktur. Bu ise insanı insan yapan ve diğer varlıklardan ayıran en temel özelliklerini kullanmaması ve insan olmaya çalışmaması demektir. Bu durumda ise insanlık ölür. İnsan iradesi, aklı ve düşüncesi olmayan bir canlıya/hayvana dönüşür. Böylece insanlık mahvolur.
8. “Sefalet derelerinin esfel-i sâfilinine insanı tekerlendiren istibdattır.” Evet, irade, akıl ve düşünceden yoksun, çalışma şevki olmayan ve başkaları tarafından daima aşağılanan insanlar şevkle çalışmadıkları için daima geriye doğru giderler ve asla ilerleyemezler. Böylece “Alay-ı illiyyine” yücelerin yücesine, ilerilerin ilerisine gitmek, Allah’ın insana verdiği binlerce duygu ve kabiliyetleri geliştirmek için yaratılan insan bütün bu duygu ve kabiliyetlerini çürümeye terk ederek hayvanlardan daha aşağı ve sefil mahlûklar durumuna düşer. Yani “esfel-i sâfilîne” sukût eder. Bütün bunların sebebi insana ve insanlığa yapılan baskı ve zulümlerdir.
9. “Âlem-i İslâmı zillet ve sefalete düşüttüren istibdattır.” İslam dünyası hürriyet ve adaletin hakim olduğu “Asr-ı Saadet” dönemi denen 40 yıllık dönemde (On sene peygamberimizin (sav) Medine dönemi 30 sene de Hulefa-i Raşidin” dönemi) ahlak, hukuk, fazilet, maddi ve manevi terakki ve dünyanın en haşmetli devletlerine galebe çalması ve İslamiyeti üç kıtaya hakim kılması ile ispat etmiştir. Seçim, adalet, hürriyet ve şuranın terk edildiği “Asr-ı Saadetten” sonraki bin yıllık dönemde asla buna yetişememiştir. İstibdat yüzünden devamlı olarak gerilemiştir. Osmanlı döneminde “Adalet, hürriyet ve istişareye” önem verildiği için altı yüz sene dünyaya hükmetmiştir. Şayet 1908’de meşrutiyete tam sahip çıkılmış olsaydı Osmanlı yıkılmayacaktı; ama istibdadın dehşeti meşrutiyetin devamına fırsat vermemiştir.
10. “Ağraz ve husumeti uyandıran istibdattır.” Baskı ve zulüm daima çeşitli garazları ve buna dayanan düşmanlıkları beslemekte ve uyumuş olan kötü duyguları uyandırmaktadır. Baskı ve zulüm gören insanların kalbinde düşmanlık duyguları uaynır ve bu duygular kendilerini haklı bularak zulme ve baskıya karşı çıkıyoruz düşüncesi ile başka baskıları kurmakta kendilerini haklı bulurlar. Böylece düşmanlıklar körüklenir ve artar. Yeryüzünde zulüm katmerleşerek çoğalır.
11. “İslamiyeti zehirlendiren, hatta her şeye sirayet ile zehrini atan istibdattır.” İslamiyetin hakkaniyetine inanan ama kendilerini ağalık, alimlik, idarecilik gibi makamları nefsani istibdadın aleti yapmış olanlar tahakkümün kendilerine verdiği zevk ile kendi istibdatlarına alet ederler. Bu da karşılarındaki muhataplarda tepki doğurur. Bu nedenle idareci ve ulema gibi yüksek mevkide olanların daima İslam ahlakı olan “tevazu ve mahviyet” gibi yüksek duygu ve ahlakla ahlaklanmış olmalıdır. Yüksekten bakan, baskı ve tahakkümü ilmin ve idareciliğin gereği olarak görenler İslamiyeti zehirlendirmektedir ve her girdiği yere bu zehri atarak ilimlerini ve yönetimlerine tepki doğmasına sebep olmaktadır. Böylece hak ve hakikat ve maslahat gereği herkesin kabul edeceği gerçekler istibdad zehri ile kabul edilemez ve tepki duyulur hale gelmektedir. İstibdadın en büyük zararı böylece islamiyete olmaktadır.
12. “İhtilafat-ı beyne’l-islamı ikâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlit eden istibdattır.” İlim ve din, hikmet ve fazilet gibi herkesin kabul edeceği manevi ve nurani değerleri tahakküm, baskı, garaz ve menfaate alet eden alimler ve idareciler Müslümanlar arasında ihtilafların doğmasına, nurani hakikatlere zulmani renklerin karışmasına ve muhatapların da bu nedenle karşı çıkmalarına sebep olmuşlardır. Hak ve hakikat içlerine başka fikir ve garazlar karışmadığı zaman herkesin kabul edebileceği nuraniyet ve safiyettedir. Ancak garazlar, düşmanlıklar, baskılar farklı fikir düşüncelerin doğmasına sebep olur ve bundan da farklı fırkalar ortaya çıkar. Her fırkanın kendisini haklı başkalarını tamamen haksız göstererek müntesiplerini o fikirler ve ilimlerden istifadesine men etmesi de bir başka tahakküm ve baskıdır. Bu da fırkaların ayrışmasını ve kemikleşmesini netice verir. Dalalet fırkaları bu şekilde ortaya çıkmış ve istbdad ile varlıklarını devam ettirmişlerdir.
“Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyasinin veledi olan istibdad-ı ilmidir ki, Cebriye, Râfiziye, Mûtezile gibi İslamiyeti müşevveş eden fırkaları tevlit etmiştir.” (Münazarat)