Memleket meseleleri üzerinde fikir yürüten günümüz siyasileri “Kürt Sorunu” “Terör” ve “Silahlı mücadele” olarak gördüğü en önemli siyasi problemler aslında bir tek sorunun farklı yönleridir. Terör 1960 ihtilali ile başlayan ve genellikle halkın iradesi ile ideolojik devletin iktidar mücadelesinden ortaya çıkan bir fiilî durumdur.
Giriş
Gelecek konusunda bir plan ve projesi olmayan siyasilerimizin takip ettiği güncel siyasetin bu günkü konusu “Terörün bitmesi” konusudur. “Analar ağlamasın” sloganına dayanan bu politikanın bir başında Terörist Başı olarak nitelendirilen Abdullah Öcalan, diğer başında ise “Terörist başı ile görüşen namerttir” iddiası ile konuşan bir Başbakan bulunmaktadır. Ortada ne konuşulduğu ise herkes tarafından merak edilmekte, gerçek bilinemediği için de herkes niyetine, beklentisine ve idealine göre yorum yapmakta ve milletin kafası karışmaktadır.
Çözüm sürecinin ne olacağı ve nasıl gerçekleşeceği ise meçhuldür. Bu nedenle “Âkil adamlar” aranmakta ve yine Başbakan kimi akıllı görüyorsa onlardan bir “Akıllılar grubu” oluşturulmaya çalışılmaktadır. Akil adamların akıllarının da çözüme ne şekilde katkı sağlayacağı ve ne gibi önerileri olacağı da bilinememektedir.
Böyle bir siyasi ortamda neler yaşanacak ve sonuçta ne gibi bir çözüm bulunacak bekleyip göreceğiz. Gerçi bizler âkil adam sayılmasak da akıllıların önerilerini anlayacak akla sahip olduğumuzu var sayarak tarihi süreçte ve “İttihad-ı İslam” ve “İttihad-ı Anasır” gibi kavramlar üzerinden yapılan tartışma ve konuşmaları özetleyerek sürece katkı vermeyi bir vicdani görev bilerek bu satırları yazma ihtiyacı hissettik.
1. Sorunların Çözümünü Kimler Katkı Sunabilir?
Memleket meseleleri üzerinde fikir yürüten günümüz siyasileri “Kürt Sorunu” “Terör” ve “Silahlı mücadele” olarak gördüğü en önemli siyasi problemler aslında bir tek sorunun farklı yönleridir. Terör 1960 ihtilali ile başlayan ve genellikle halkın iradesi ile ideolojik devletin iktidar mücadelesinden ortaya çıkan bir fiilî durumdur. Hiçbir halkın devleti ile savaşmayacağı gerçeğinden hareketle farklı isimler altında ortaya çıkan terör hareketlerinin devlet gücünü arkasına alan ve halkın iradesine karşı mücadele eden karanlık güçlerin desteğinde yürüdüğünü söylemek için “âkil adam” olmaya gerek yoktur.
Soruna sebep olanlar ve sorundan faydalananlardan çözüm için fikir almak çözümü sağlamayacağı gibi sorunların daha da derinleşerek içinden çıkılamaz hale getireceğini anlamak için de fazla akıllı olamaya gerek yoktur. Yanlış adamlarda ve yanlış fikirlerden doğru sonuçlar çıkmayacağı bir gerçektir. Öyle ise çözüm için kimlere başvurmak gerekir?
Her şeyden önce siyasi bir beklenti içinde olan ve siyasi mücadele içinde yer alanlar her şeyi iktidar amacına yönlendirmek istediklerinden sağlıklı fikir üretemezler. Bu nedenle siyasilerin çözüm üretmesi zordur. Kolay olsaydı veya siyasiler samimi olmuş olsalardı 1970 yılında günümüze kadar geçen sürede sağlıklı bir çözüme ulaşmış olurduk. Ama ne var ki terörü ve etnik kökenden kaynaklanan sorunları muhalefette olanlar iktidara pirim vermemek, iktidarda olanlar da iktidarlarının devamını düşünerek çözüme odaklanmamış, sorundan siyasi çıkarlarını düşünerek fikir üretmişlerdir.
Aslında çözüm üretilmemiş de değildir. DP iktidarı döneminde hiçbir terör olayı meydana gelmezken, DP’yi iktidardan düşürmek için “Devlet benim!” diyen ve sırtını Kemalizm’e dayayan ve silah gücünü de elinde bulunduran bir “ifsat komitesi” anarşi ve terör silahına sarılmış ve askeriyeyi de yanına alarak 1960 ihtilali ile DP’yi iktidardan düşürmüş ve 1924 Anayasasını kaldırmıştır. Yassıada Mahkemesinde bütün DP’lileri yargılamış ve Başbakan Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu’yu da idam etmişlerdir. Daha sonra DP’nin devamı olan Demokrat AP çözüm üretmiş ve ülkenin kalkınmasına hizmet etmiş. O da 1980 ihtilali ile iktidardan alınarak lideri Süleyman Demirel’e on yıl yasak konmuştur. Sonra Toplum Mühendislerince Demokratları bölme ve halkı aldatmak için ANAP ve 2002 tarihinde de AKP öne çıkarılmıştır. Hepsinin altında “Analar ağlamasın” ve “Terör Bitsin!” sloganı vardır. Bu nedenle çözüm ürettiklerini iddia edenler aslında çözümsüzlüğü üretmişler ve özellikle DP'nin ve devamı olan AP, DYP ve DP’nin siyasi hayatlarını bitirmek için ellerinden geleni yapmış ve meclis dışına itmişlerdir. Bu nedenle demokrasi adına DP'yi TBMM dışına itenlerden samimiyet, demokrasi ve çözüm falan çıkmaz. Bugünün sorunu olan PKK ve lideri Abdullah Öcalan, Tansu Çiller’in başbakan olduğu DYP iktidarı döneminde bitirilmiş ve Öcalan yakalanmak için getirilmek üzere iken “Susurluk Olayı” çıkarılarak Öcalan korunmuş ve kaçırılarak Kenya’ya götürülmüş, Bülent Ecevit hükümetinde ABD tarafından teslim edilerek Bülent Ecevit’in yeniden Başbakan olması sağlanmıştır. Bugün yine APO ve PKK üzerinden siyasi başka oyunlar tezgahlar kurulmakta ve Terörü bitirmek isteyenler ve ülke kalkınmasına hizmet edenler bitirilmektedir.
Devletin bürokratik ve silahlı güçlerini arkalarına alarak iktidarı kendilerine mahkûm edenler de güçlerini korumak amacı ile sağlıklı çözüm üretmek yerine mevkilerini korumaya yönelik fikir ürettikleri için çözüme yardımcı olmayacaklardır. Zira fikirlerinin arka planında devleti kullanarak güçlerini koruma ve daha da güçlendirme zihniyeti hâkimdir.
1980 ihtilalini yapanların tek bir amacı vardı. O da DP ve devamı olan AP ve onlara destek olan Ahrarlar, yani hürriyetçi demokratlar bölünmeli ve bir daha iktidara gelmemeli. Zira bu ülkede bütün sorunların çaresi Hürriyetçi Demokrasi ve bunu hayata geçirecek olan Ahrar ve Demokratlardır. Öyle ise ne bahasına olursa olsun iktidara gelmemeliler. Bu nedenle 80 ihtilal ürünü olan Seçim yasası ve %10 barajı kalkmadan demokratik meclis olmaz, demokratik olmayan meclisten de ne Demokratik Anayasa ve ne de demokratik çözüm üretilemez. Zira demokrasi adına demokrasiyi yozlaştırmanın, istibdada ve teröre alet etmek için bu yasa çıkarılmıştır ve bu nedenle korunmaktadır. Aslında 12 Eylül ve 28 şubatla mücadele ettiği söyleyen AKP dindarları ve demokratları aldatmak için elinden geleni yapmakta ve 12 Eylül Anayasasını ve 28 Şubat’ı korumakla kalmamakta daha da güçlendirmektedir. Bütün söylemlere rağmen gelişmeler bu yöndedir.
İktidara yakın olan ve bir menfaat beklentisi içinde olanlardan da sağlıklı çözüm önerileri gelmeyecektir. Ayrıca ideolojik düşünen ve belli bir ideolojinin hayranı ve savunucusu olanlardan da sağlıklı çözümler beklenemez. Bu nedenle Atatürkçülerden, Milliyetçilerden çözüme katkı beklenemeyeceği gibi, dini ve milli değerleri siyasi çıkarlarına alet eden ve iktidar hedefi olan Siyasal İslamcılardan da sağlıklı sonuç beklenemez. Çözüm olarak ürettikleri fikirleri çözüme katkı sağlamayacağı gibi yeni sorunların ortaya çıkmasına da sebep olacak ve gerçek sorun derinleşerek devam edecektir.
Her şeyden önce siyasiler “Doğu Meselesi” denen başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Kürt Meselesi” ve “PKK Meselesi” dediği ve söylemleri ile ayrıştırmayı körüklediği bu kanayan yaraya çözüm üretemezler. Zira siyasilerin amacı var olan sorundan faydalanmak için sorunun bir başka şekilde devamına çalışmaktır. Yoksa kendi varlıkları ortadan kalkar. Doğunun meselesi “Kürt Meselesi” değildir ve bu ayrıştırıcı ve bölücü ifade ile sorunu daha da derinleştirmiştir. Zira Doğu Anadolu’da sadece Kürtler yaşamamaktadır. Arap, Türk, Kürt ve Süryanilerin ortak yaşamaktadır. Doğunun problemi Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Cehalet, zaruret ve ihtilaf” olarak teşhis ve tespit etmiş. Çözümünü de göstermiş. Sadece uygulamak kalmaktadır. Kim uygulayacaktır? Bediüzzaman’ı en iyi bilen “Nur Talebeleri…” Nur Talebeleri işin içinde olmadığı sürece doğu meselesi hallolmaz. Yanlış teşhis ve yanlış tedavi hastalığın artmasına ve azmasına, başka dert ve sıkıntıların ortaya çıkmasına sebep olur.
Sonuç olarak, herhangi bir ülkede ortaya çıkan problemler ve kitleleri ilgilendiren ve rahatsız eden olaylar ancak hiçbir beklentisi olmayan ve siyasilerden uzak duran ilim ve fikir adamları çözebilir. Sokrat neden büyük filozoftur? Doğru olan fikirlerinin zamanın siyasileri tarafından zararlı görülerek değiştirmesi için baskı yaptıkları halde değiştirmeyerek idamı göze aldığı için… Günümüzün Sokrat’ı Bediüzzaman’dır. Bu nedenle Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu çözüm önerileri incelenerek uygulamaya konulmadıkça çözüm üretilemez. Âkil adamların aklı varsa Bediüzzaman’ı anlamaya kullansalar hem akıllarını geliştirirler, hem çözümü sağlarlar. Aksi takdirde akılsız ve gülünç duruma düşerler.
Anarşi ve Terör “cehalet, zaruret ve ihtilaftan” istifade eden, “marifet, ittifak ve sanatın” gelişmesini istemeyen, çözüm için marifet, sanat ve ittifaka hizmet eden, ülke kalkınmasını sağlamaya çalışan Ahrar ve Demokratları iktidardan uzaklaştıranlar tarafından çıkarılmaktadır. Bu nedenle demokratlar iktidara gelmedikçe çözüm üretilemez ve terör de başka şekillerde devam eder. Zira soruna sebep olanlar çözüm üretmezler.
2. Devlet Gücü ve Bu Gücün Kullanımında Yetkililerin Sorumlulukları
İçindeki farklı ulusları barındıran ve adilane beraber yaşatan Osmanlı devleti, unsurların Fransız devriminden etkilenerek hürriyeti bağımsız devletler kurma olarak anlamaları ve bu yönde teşvik edilmeleri nedeniyle bağımsızlık mücadelesine yönelmelerine ve Osmanlı’nın yıkılmasına sebep oldu. Osmanlı’dan pek çok devlet doğdu. Ama hürriyetin bireysel hürriyet değil de ayrı devlet kurmaya yönelik bağımsız devletlere sahip olmak şeklinde anlaşılması bireylere de uluslara da hürriyet ve huzur getirmediği gibi refahını da artırmadı. dolayısıyla ulus devlet anlayışı uluslara refah ve mutluluk getirmedi.
Devlet demek güç demektir. Devleti ve gücü ele geçiren yetki sahipleri devlet gücünden kaynaklanan yetkilerini kullanarak kendilerini güçlü hissettikleri için güçlerini yönettikleri halkı üzerinde baskı kurarak göstermektedirler. Yetki demek güç demektir, mutlak yetki de mutlak güç anlamına gelmektedir. Allah’a hesap verme inancından yoksun olan güç ister istemez istibdada dönüşür. Devlet gücünü ele geçirenleri bunu ister demokratik yollarla isterse zorla ele geçirsinler sonuçta gücü korumak için demokrasiyi de yozlaştırma yoluna gidecekleri kesindir.
Yetkiden kaynaklanan gücün istibdada dönüşmemesi için yapılacak en doğru şey “yetki paylaşımıdır.” Yetki paylaşımı adil bir şekilde yapıldığı zaman güç paylaşımı da yapılmış olur. Bütün yetki tepedeki yöneticide toplanmadığı ve alt kademelere paylaştırılarak yönetime katıldığı ölçüde “beraber yönetim” gerçekleşir, tüm üyeler ve vatandaşlar sorumlulukları ölçüsünde yönetimin ve gücün sahibi olurlar. Böylece herkes yetkisi ve sorumluluğu oranında gücün de sahibi olur.
Bireyler ve vatandaşlar yönetime katıldıkları ölçüde hür olduklarını hissedeceklerdir. Hürriyet ile iradenin kullanımı arasında doğru orantılı bir paralellik vardır. Bu nedenle iradeleri ile hareket etmeyenlerin hür olduklarını söylemek mümkün değildir. Milletin hâkimiyeti millet fertlerinin iradelerini hür bir şekilde kullanmalarına bağlıdır. Vatandaşlar her ne kadar kendileri adına yetkilerini kullanacakları kişileri seçmiş olsalar da halktan yetki alanların yetkileri ve buna bağlı güçleri de sınırsız değildir. Zira vatandaşlar yetkilerini belli bir süre için devrederken bu yetkiyi mutlak olarak değil, iyiyi ve doğru olanı yapmaları için vermektedirler. Bu sebeple yetki kullananalar yetkilerini devraldığı bireylerin ve toplumun çıkarlarını gözetmek ve şahsi çıkarlarına göre kullanmamakla yükümlüdürler. İdarecilerin bu bilinçle hareket etmeleri zorunludur. Böyle olmadığı taktirde yetki kullanımı verilen yetki ve destek ölçüsünde istibdada ve baskıya dönüşecek ve böylece demokrasi de yozlaşacak, istibdada alet olacaktır.
3. İttihad-ı Anasır Tartışmaları
Osmanlı devletinin dağılması unsurların hürriyet özlemi ile bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle olmuştur. Hürriyet özlemi ile pek büyük bedeller ödendi, canlar feda edildi ve kanlar döküldü. Sonuçta hürriyet ortamı bireylere hürriyet ve mutluluk getirmedi. Küçük devletler büyük egemen devletlerin baskı ve istibdadı altından kurtulamadıkları gibi onların çıkarlarının aleti olmaktan da kurtulamadılar.
Osmanlı unsurların bağımsızlık isteklerini “Meşrutiyete” geçerek yönetimde yetki paylaşımını ile ve içindeki farklı unsurları yönetime katarak gidermeye ve Osmanlı devletinin devamını sağlamaya ve büyük devlet gücünü korumaya çalıştı. Amacı küçük unsurların hürriyetini ve hürriyet içinde kalkınmasını sağlamak ve emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet ederek zulüm ve istibdatlarına alet olmalarını önlemekti.
Türk milleti asker bir millettir. Keza Osmanlı devleti de öyle… Osmanlı demek ordu demekti ve devlet yönetimi ordunun başkomutanı olan padişahına aitti. Bu nedenle her anne çocuğunu paşa olsun diye büyütürdü. Yine bu nedenle Türk ordusu Türklerden oluşur ve gayr-i müslimler orduya alınmaz ve böylece yönetime ortak edilmezdi. Farklı unsurlar “hürriyet rüzgârı ile bağımsızlık mücadelesine girişince Mithat Paşa gayr-i Müslimlerin de orduya alınması ve azınlıklara devlet memurluğu hakkı verilmesini gündeme getirince “farmason” ve “vatan haini” ilan edildi ve sürgüne gönderildi. Meşrutiyetin ilk yıllarında bağımsızlık mücadelesinin önüne geçmek için “İttihad-ı Anâsır” fikri ileri sürüldü. Bu mümkün olmayınca bu defa siyasi olarak Müslümanların birliği anlamında “İttihad-ı İslam” düşüncesi ortaya çıktı.
Daha sonra “İttihad-ı Anâsır” ile “İttihad-ı İslam” düşüncesinde olanlar arasında tartışmalar yaşanmaya başladı. Günümüzde yine aydınlar tarafından “İttihad-ı Anasır” fikri “Silahların susması” ve “Anaların ağlamaması” için gündeme taşınmak istenmektedir. Çözümü ülkede yaşayanların unsuriyetlerini ve farklılıklarını kabul etmekle beraber birlikte yaşama iradelerini ortaya koymak” şeklinde özetlenebilen bu düşünce acaba bir çare olabilecek midir?
Peki, askerler yönetime karışmaktan vazgeçme iradesini gösterebilecekler midir? Yoksa “İttihad-ı İslam’a” karşı “İttihad-ı Anasır” fikrinin arka planında yine askerler mi vardır? Acaba “İttihad-ı İslam” düşüncesi “İttihad-ı Anasır” gibi siyasi bir düşünce midir? Bu ve benzeri sorulara cevap bulmaya bakalım…
4.1 İttihad-ı Anasır Nedir?
İttihad-ı anâsır yetki paylaşımını ile ve içindeki farklı unsurları yönetime katarak gidermek ve mevcut ulus devletin devamını sağlamaya ve büyük devlet gücünü koruma siyasetidir. Küçük unsurların hürriyetini korumak, hürriyet içinde kalkınmasını sağlamak ve emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet ederek zulüm ve istibdatlarına alet olmalarını önlemeye yönelik olarak ortaya atılmış bir siyasi düşüncedir.
“Nasyonalizm” modern milliyetçiliktir ve Avrupa’da “Sanayi Devrimi” sonunda ortaya çıkmıştır. “Nation” millet, “Nationalizm” ise “Milliyetçilik” anlamına gelmektedir. Buna bağlı olarak Osmanlı ülkesinde de “Türk Milliyetçiliği” ortaya çıkmıştır. Türk milliyetçiliği tabii olarak “Kürt milliyetçiliğini” körüklemiştir. Batının sanayi toplumunda Modern Milliyetçilik olarak doğan “Nasyonalizm” sanayi toplumu olmayan Osmanlı devletinde ilkel milliyetçilik ve kabilecilik şeklinde algılamış ve uygulanmıştır.
Nasyonalizm Osmanlı devletine ulusal milliyetçilik fikri olarak girdi. Osmanlı aydınları da çökmekte olan Osmanlı devletinin yıkılmasını önlemek ve gelişimini sağlamak için milliyetçilik duygularının çağdaş ve modern bir devlete geçiş için hamiyet ve gayrete getirici bir unsur olacağı düşüncesinden bu fikre destek verdi. “İttihad-ı Anasır” fikri ile de unsurların birleşmesi ve güç kazanması düşüncesini ortaya attılar. Milliyetçi düşünceyi kabul eden Müslüman milletler ve unsurlar da “İttihad-ı Anasır-ı İslam” fikrine sıcak baktılar. Ancak unsuriyet fikri girdiği yerde birliği değil, bölünmeyi ve ayrışmayı sağladığı için Osmanlı’nın yıkımını daha da kolaylaştırdı.
İttihad-ı Anasır fikrine göre her milletin iki kimliği olacaktı. Bir alt kimlik bu ulusların özel alanında bağımsız olması, ikincisi de üst kimlik, bu da “kamusal alan” yani büyük devlete bağlılık olacaktı. Alt kimlikte her unsur kendisini özgürce ifade ederken üst kimlik olan “Osmanlılık” herkesi kuşatacak ve herkesi birbirine bağlayan sağlam ve sarsılmaz bir bağ olacaktı. Böylece Osmanlıda herkes çifte kimliğe sahip olacaktı.
Ama ne var ki İslam kardeşliğinin alt yapısı olan “İman, ibadet ve ahlak” zaafa uğradığı için “İttihad-ı İslam” fikri toplumlarda yer bulamazken her milletin kendisini üstün görerek diğerlerini aşağılaması da “İttihad-ı Anasır” düşüncesinin hayata geçmesini engelledi. Batılı devletler hem dini bağların zayıflaması, hem de “Osmanlı” devletindeki unsurların ayrışmasından kaynaklanan Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğünü anlayınca her taraftan saldırıya geçtiler. Samimi Müslümanlar ile Türklerden başka ülkeyi savunanlar olmadı. Osmanlıdaki diğer unsurlar işgalci devletlere destek verdiler ve Osmanlı yıkıldı. Osmanlı ülkesinden otuz-kırk sene sonra sömürgeci ülkeler istediklerini aldıktan sonra otuza yakın devlet ortaya çıktı. Böylece “İttihad-ı İslam” fikri gerçekleşmezken “İttihad-ı Anasır”ın da bir ütopya ve rüya olduğu anlaşılmış oldu.
Günümüzde yine “Kan akmasın” ve “Analar ağlamasın” diyen siyasiler şayet yıllarca kan akıtan ve anaları ağlatanların istekleri doğrultusunda “İttihad-ı Anasır-ı İslam” düşüncesi ile hareket ederlerse bir başka felaketin daha bizi beklediğini bu tarihi tecrübe ile yeniden görmemiz olası demektir.
4.2 İttihad-ı Anâsır, İttihad-ı İslam’a Alternatif Bir Düşüncedir
İttihad-ı İslam “İnanç” etrafında birleşmedir. “Mü’minler kardeştir; kardeşlerin arasını bulun” (Hucurat, 49:10) kutsi prensibini hayata geçirmektir. İttihad-ı ânâsır ise unsurların bağımsızlığını kabul etmekle beraber siyasi olarak bir merkeze bağlanmayı ve unsurların kendi içlerinde bağımsız hareket etmelerine imkân verir. Bir nevi eyalet ve federasyonu kabul eder.
Osmanlının son döneminde Sultan Abdülhamid Osmanlı ülkesinin dağılmaması için “İttihad-ı İslam” siyasetini takip etmek istedi. Ancak batından gelen unsuriyet/ırkçılık fikrinin Müslümanlar arasında yayılması ve din kardeşliğinden çok “ulus devlet” düşüncesinin öne çıkarılması “İttihad-ı İslamın” önüne geçti. Bu nedenledir ki her unsur kendi bağımsızlığı için mücadele verdi ve İngiliz, Fransız ve Rusya gibi devletler de güçlü bir İslam devletinin önüne geçmek için “Ulus Devlet” siyasetini desteklediler. “Türkiye Cumhuriyeti” düşüncesi de batılı devletlerin bu siyasetinden doğmuş ve bu amaçla “Türkiye” devletine onay verilmiştir.
Günümüzde yine aynı siyaset takip edilerek İslam ülkelerinde unsuriyete dayalı yeni devletlerin kurulması yönünde faaliyetler sürdürülmektedir. Bu nedenle “İttihad-ı Anasır” düşüncesi yeniden ortaya atılmak istenmektedir. Düşünce şudur: “Unsuriyeti öne çıkaran küçük devletler kurulsun ve bunlar sonra ittihat etsinler.” Bu düşünce bölme ve parçalamanın bahanesi olarak üretilen ve toplumlara kabul ettirilmek istenen batı kaynaklı bir siyasi oyundur. Zira nerede unsuriyet öne çıkmış ise orada birleşme değil, ancak ayrışma olmuştur.
5. İttihad-ı İslam İdeali
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri kendisine sorulan “Daima İttihad-ı İslam’dan bahsedersin. Sen bize tarif et” sorusuna şöyle cevap verir: “İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi” ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallanın bir taşını, bir nakşını göstereceğim: “İşte Ka'be-i Saadetimiz olan İttihad-ı Münevver-i İslamın, Hacer-ül Esved'i, Ka'be-i Mükerremedir ve Dürret-i Beyzası Ravza-i Mutahhara'dır. Mekke-i Mükerreme'si Ceziret-ülarab'dır. Medine-i Medeniyet-i Münevvere'si Devlet-i Osmaniye'dir.
Eğer İslamiyet milliyetini ve İttihad-ı İslamın taşını ve nakşını görmek istersen işte bak! Haya ve hamiyetten neşet eden civanmerdane humret, hürmet ve merhametten tevellüd eden masumane tebessüm, fesahat ve melahattan hasıl olan ruhani halavet aşk-ı şebabiden, şevk-i bahariden neş' et eden semavi neş'e, hüzn-ü gurubiden, ferah-ı seheriden vücuda gelen melekuti lezzet, hüsn-ü mücerredten cemal-i mücelledan tecelli eden mukaddes zinet birbiri ile imtizaç edip ondan çıkan levh-i nurani ancak o şark ve garbın kab-ı kavseyni olan ka'be-i saadetinin tak-ı muallasının kavs-ı kuzahının elvan-ı seb'asının lacivert levninin timsalini, belki şu levnin manzarası bir derece irae edilebilir.
"Lakin ittihad cehl ile olmaz. İttihad imtizac-ı efkardır. İmtizac-ı efkâr marifetin şua-ı elektriki ile olur.” (Münazarat, 113)
Bediüzzaman buradaki her bir kelimede İslamiyetin bir şuaına, bir hüsnüne, bir seciyesine, bir rabıtasına ve bir temeline işaret etmiştir ki bunlar olmadan “İttihad-ı İslam” gerçekleşmez. Yani İttihad-ı İslam siyasi bir proje değil, imana, ibadete dayalı ahlâki bir birlik ve bütünlük olup İslam’ı topyekün hayata hâkim kılma projesidir. İman, hayat ve şeriatı içine alan bir bütündür. Bediüzzaman’a göre “ittihat adetten değil, ibadettir.” İbadet ise Allah için yapılır ve hiçbir dünyevi menfaate alet edilemez.
5.1 İttihad-ı İslam’a Giden Yol
İttihad-ı İslamı sağlamak için her şeyden önce imtizacı ve muarefeyi sağlayacak olan İlmî ittihat, yani bilgi birliği şarttır. Bediüzzaman bunun için “Medresetü’z-Zehra” projesine önem verir. Zira Bediüzzaman’a göre “İttihat imtizâc-ı efkârdır.” Fikirlerde birlik olmazsa ittihat mümkün olmaz. Siyasi, konjöktürel ve kurumsal ittifaklar kurulabilir, ama bu “Fikir birliğine” dayanmadığı ve faydaya dayalı olduğu için ortak fayda ortadan kalkınca birlik de dağılır. Fikir birliği ise bir ittihattır ve devamlıdır. Bu nedenle “İttihad-ı İslam’da inanç ve fikir birliğinin ilim yoluyla sağlanma şartı vardır.
İttihad-ı İslam’ın önündeki en büyük engel cehalet ve bölünmüşlüğü körükleyen “İstibdad” ve istibdada destek veren her şeydir. İttihad-ı İslam için, istibdadın ortadan kalkması ve “Hürriyetin” hâkim olması gerekir. Bunun yolu da “Meşveret ve Şuranın” yaygın hale gelmesi ve “Mü’minlerin kendi aralarında dünyevi işleri meşveretle yapmaları” (Şura, 42:38) gerekir. Zira “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şuradır.” İstişare ve şuralar bir kültür olarak Müslümanlar arasında yaygın hale gelmedikçe İttihat ve İttihad-ı İslam mümkün olmaz.
Hürriyetin de isminin hürriyet olması yetmez, hürriyetin toplumda bir kültür ve hayat tarzı haline gelmesi, bunun da İslam’dan kaynaklanması gerekir. Bediüzzaman’a göre “Hürriyet, terbiye-i İslamiye ile olmazsa, ölecek; bir istibdâd-ı mutlak yerine çıkacaktır.” (Münazarat, 150.)
5.2 İttihad-ı İslam ve İttihad-ı Muhammedî Tüm İnananları Kapsar
Bediüzzaman “İttihad-ı İslam” ile “İttihad-ı Muhammedî Cemiyetini” tarif ederken bütün Müslümanları kapsayan ve tüm inananlara hitap eden siyasi olmaya dini bir cemiyet olarak tarif eder. İttihad-ı Muhammedî’yi İttihad-ı İslamın mukaddimesi olarak görür. Şöyle der:
“Tarîk-ı Muhammedî, (asv) şüphe ve hileden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi ima eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem de o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-ı umman nasıl bir destide saklanacak! Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (asv) cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de îmandır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediyedir. (asv) Kanunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihat; âdetten değil, ibâdettir. İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâm’dır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib, muhit, merâkiz ve maâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabtettiren bir silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-ı terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret nifakadır. Gayr-i Müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i Müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyet’i mahbub ve ulvî göstermektir. Zira onları munsıf zannediyoruz. Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebiye sevdiremezler. Zîra mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dâhil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar. İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) olan ittihad-ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatini, etkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin; cevaba hazırız.” (Hutbe-i Şamiye, s. 94.)
İttihad-ı İslam’ın siyasi yönü olmakla beraber bu siyasi amaç değildir, ancak imandan kaynaklanan inanç ve ideal birliğinin, din kardeşliğinden oluşan bir sonuçtur. İmanî ve fikrî, kültürel ve hukukî temeli oluştuktan sonra ortaya çıkacak olan bir neticedir. İslam devletlerinin esaretten kurtulması “İttihad-ı İslamın” bir başlangıcıdır. Bediüzzaman bu hususu “… çok zamandan beri esaret altında kalmış ve istiklaliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi alem-i İslam’ın büyük memleketleri birer devlet-i İslamiye şeklinde Hind’de yüz milyon bir devlet-i İslamiye, Cava’da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslamiye ve Arabistan’da dört beş hükumet bir cemahir-i müttefika gibi Arap birliği ile İslam birliğini birleştirmesindeki alem-i İslam’ın bu büyük bayramının mukaddemesini tebrik ile bu bayram bize müjde veriyor” (Emirdağ Lahikası, s. 234.) ifadeleri ile aktarır.
İttihad-ı İslam küfrün ve küfürden kaynaklanan ahlaksızlık, zulüm ve terörün ortadan kalkması ile gerçekleşecek bir birlikteliktir. Bunu da dünyada gelişme gösteren hürriyet ve demokrasinin gelişimi sağlayacaktır. Bu nedenle Bediüzzaman “İttihad-ı İslam” idealini demokratların gerçekleştireceğini ifade etmekte ve “Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, İttihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mâni olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil, belki muhtaçtırlar. Çünkü komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik, doğrudan doğruya anarşistliği intaç ediyor. Ve bu dehşetli tahrip edicilere karşı ancak ve ancak hakikat-ı Kur’âniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmaya vesile olduğu gibi, bu vatanı istilâ-yı ecanipten ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikate binaen, Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikate istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.” (Emirdağ Lahikası, s. 271.) demektedir.
5.3 İttihad-ı İslam Siyasi ve Ekonomik İttifaklara Mani Değildir
İttifaklar ittihat seviyesinde olmadığı için İttihad-ı İslam çatısı altında olanların AB gibi İttihada dâhil olmayan ülkelerle ittifaklar kurmalarına bir engel yoktur. Bu ittifaklar ekonomik veya teröre karşı olabilir. Bunda bir sakınca da yoktur. Avrupa ve diğer ülkelerin İttihad-ı İslam çatısı altındaki ülkeler ile ittifak kurmaları onların daha da işine gelebilir. Zira güçlü bir müttefik ile ittifak her zaman kazandırır. Zira İttihad-ı İslam Müslüman olmayanlara da büyük yararlar sağlar. Bediüzzaman Hutbe-i Şamiye’de bu hususu şöyle açıklar:
“Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret ve nifakadır. Gayr-i Müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur. Gayr-i Müslime karşı hareketimiz iknadır. Zira onları medenî biliriz. Ve İslâmiyet’i mahbub ve ulvî göstermektir. Zira onları munsıf zannediyoruz.” (Hutbe-i Şamiye, 94) demektedir. İslam ülkelerinde bulunan azınlıklar ve diğer dinlere mensup olanlar da İttihad-ı İslamdan ürkmemeleri ve korkmamaları gerekir. Zira, “Cihad-ı hâricîyi Şeriat-ı Garra’nın berâhin-i kâtıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz. Zira medenilere galebe çalmak ikna iledir; söz anlamayan vahşîler gibi, icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur” (Eski Said Dönemi Eserleri, 79.) prensibi ile onların hayatlarını koruma altına almıştır.
İttihad-ı İslam devletlerin birleşmesi, sınırların kalkması, yönetimin bir merkezden idaresi ve siyasi birliktelik demek de değildir. Ancak aynı inanç etrafında birleşen ve tevhide inananların din kardeşliği ve uhuvvet-i İslamiye içinde bulunanların metot, amaç ve hedef birliğidir. Ayrıca siyasi ve kültürel birliktelik anlamında da gelmez. Zira bu fıtrî değildir. Bediüzzaman bu hususa da açıklık getirerek şöyle der: “Ey dinî cemiyetler! Maksadımız, dinî cemaatler maksatta ittihad etmelidirler. Mesalikte ve meşreplerde ittihat mümkün olmadığı gibi, caiz de değildir. Zira taklit yolunu açar ve ‘Neme lâzım, başkası düşünsün’ sözünü de söylettirir.” (Hutbe-i Şamiye, s. 105) İttihat “Tevhide” imandan kaynaklanır. Zira Bediüzzaman “Uhuvvet Risalesinde” “Tevhid-i imanî elbette tevhid-i kulûbü ister; vahdet-i itikat dahi vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder” demektedir.
İttihad-ı İslam her şeyden önce inananların kalplerinde başlayacak akıllarından çıkarak tüm inananları aynı inanç ve duygular etrafında bir araya getirerek uhuvvet ve muhabbet potasında buluşturacaktır. Bu da Bediüzzaman’ın ifadesi ile “İman, Hayat ve Şeriat” şeklinde fert, sosyal hayat ve tüm inananları kapsayacak şekilde devam edecektir. Kur’anın inanç, doğruluk, iffet, hayâ, takva, hürriyet, hakkaniyet, adalet ve meşveret gibi temel prensipleri ferde, topluma ve insanlığa hitap eden prensipleri böylece hayata geçmiş olacaktır. İslamın hâkimiyeti bu gibi temel prensiplerin fert, sosyal hayat ve milletlerde hâkim olması demektir. Yoksa bir devletin veya fırkanın veya şahsın hâkimiyeti değildir.
Bu da “Şeâir-i İslamiyenin ihyası” ile olacaktır. Bediüzzaman bu vazifenin “Âlem-i İslam’ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.” (Emirdağ Lahikası, s. 231.) Bu ordular tüm inananların ittifakından doğan güç ve kuvvettir. Yoksa savaşmak için bir araya gelen askerî birlikler değildir. Zira İslam prensiplerinin yeryüzüne hâkimiyeti savaşı ortadan kaldıracaktır. Zira “Medenilere galebe ikna iledir” ve “Cihad-ı harici de Kur’an elmas kılınçları olan berahin-i kâtıa denen İslam’ın hakkaniyetini ve şeriat-ı Muhammediyenin adilâne ahkâmının kesin delillerle ispat edilerek insanları ikna etmesidir.
6. İslamiyet Milliyetinin Unsuriyet Fikrine İhtiyacı Yoktur
Menfi milliyet fikri olan “Unsuriyet” fikrine İslam dünyasının hiçbir ihtiyacı yoktur. Farklı dillerde konuşan Müslüman milletlerin, ve toplumların yani “Anasır-ı İslamiye”nin milliyetçilik fikrine hiçbir ihtiyacı yoktur. Menfi milliyet denen unsuriyet, kendi milletini üstün görme düşüncesidir. Bediüzzaman unsuriyete “mukaddesat-ı diniyeye hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek istiyor” (Mektubat, 354.) demektedir. Gerçekten de kendi milletini üstün gören adalet edemez, başkalarına adil davranamaz.
Bediüzzaman hazretleri “Türklerin milliyetlerinin İslamiyet’le imtizaç ettiğini, ondan kabil-i tefrik olmadığını” belirtir. (Mektubat, 312.) Bu nedenle özellikle Türklerin milliyetçi ve unsuriyetçi olmamaları gerektiğini belirtmektedir. Bütün mefahiri İslam’dan kaynaklanan ve milliyetini İslamın koruyucu haline getiren Türklerin İslamiyet dışında bir milliyeti kabul etmeyeceğini açıkça ifade eder. Bu sebepledir ki “Türk milleti anasır-ı İslamiye içinde en kesretli olduğu halde dünyanın her tarafında olan Türkler Müslümandır. Nerede Türk taifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır” tespitini yapar. Bundan sonra da Türklerin ancak İslamiyet’e hadim ve hizmetkâr olmaları halinde kendi kimliklerini koruyabileceklerini, yoksa Bulgarlar ve Macarlar gibi asimile olacaklarını söyler.
Sonuç
İttihad-ı İslam “Tevhit İnancına” mensup Müslümanların inanç ve ideal birliğidir. Dünyevî ve siyasi bir amacı olmamakla beraber siyaseti etkileyen sonucu da olan uhrevî, ilâhi ve dini bir vazifedir. Bediüzzaman bu vazifenin bu zamanda Müslümanlar için farz bir vazife olduğunu belirtmektedir. Tevhid-i imanî ve tevhid-i kulüp gereği olan bu vazife imanın kuvveti ve uhuvvet-i İslamiyenin inkişafı ile tahakkuk edecektir. İlme ve akla dayanan “Tahkikî İman” sonucu “İmtizac-ı efkâr” ile bu ittihat gerçekleşecektir. Müslümanların tüm dünya devletlerinde çoklukla bulunması nedeniyle sadece İslam ülkelerine has bir birlik değil, tüm Müslümanları kuşatan dini, manevi, imanî ve fikrî bir ittihattır.