Bediüzzaman bu zamanda dine ve imana hizmet muhabbetle olur buyurur. Zira “Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur" der.
Bediüzzaman “Biz ‘Kâlu Belâ’dan Cemiyet-i Muhammediye’ye dahiliz” der. Nurculuk böyle bir cemiyettir. Yani, “Kalû Belâ”dan günümüze iman bağı ile Allah’a bağlanan, uhuvvet-i İslâmiye ile bütün Müslümanları içine alan ve her asırda üç yüz elli bin, bu asırda bir buçuk milyar mü’minlerin dahil olduğu, her gün beş defa okunan ezanla ve kılınan namazla bu bağlılığı devam ettiren tüm dünyaya şamil bir cemiyettir.
Bu cemiyete imanla üye olan tüm Müslümanlar günde en az beş vakit “Allahım mü’min erkek ve kadınları affet, rahmetini bizden esirgeme, dünyada ve ahirette mesut ve bahtiyar eyle, dünyada iyilik, ahirette iyilikle muamele et ve cehennem azabından koru” (Bakara Suresi, 2:201.) diye dua ederler. Öldükten sonra da bu uhuvvet devam eder. Her gün yine baş vakit bu duadan hissedar olur. Dünyadaki bütün Müslümanların dualarından hissedar olur.
İşte Nurculuk böyle bir cemiyettir.
Bediüzzaman bu zamanda dine ve imana hizmet muhabbetle olur buyurur. Zira “Medenîlere galebe çalmak iknâ iledir, söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedâileriyiz; husûmete vaktimiz yoktur.” (Divân-ı Harb-i Örfî, s. 64.) der.
Hutbe-i Şamiyede “Allah için muhabbet yerine” “Allah için adavet ve düşmanlığı” esas almanın yanlışlığını vurgular. İman kardeşliğinin muhabbeti gerektirdiğini ifade eden Bediüzzaman “Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır” der. Şöyle izah eder:
“Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husûmete en lâyık sıfat husûmettir. Yani, hayat-ı içtimaîye-i beşerîyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeye ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaîye-i beşerîyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adâvet, her şeyden ziyade nefrete ve adâvete ve ondan çekilmeye müstahak ve çirkin ve muzır bir sıfattır. Bu hakikat Risale-i Nur’un Yirmi İkinci Mektub’unda (Uhuvvet Risalesi) izahıyla beyan edildiğinden burada kısa bir işaret ediyoruz. Şöyle ki:
Husûmet ve adâvetin vakti bitti. İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi. İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti. Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiâtı—tecavüz olmamak şartıyla—adâvetinizi celb etmesin. Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara...
Bazan insanın gururu ve nefisperestliği, şuursuz olarak, ehl-i imana karşı haksız olarak adâvet eder; kendini haklı zanneder. Halbuki, bu husûmet ve adâvetle, ehl-i imâna karşı muhabbete vesile olan iman, İslâmiyet ve cinsiyet gibi kuvvetli esbabı istihfaf etmektir, kıymetlerini tenzil etmektir. Adâvetin ehemmiyetsiz esbablarını, muhabbetin dağ gibi sebeplerine tercih etmek gibi bir divâneliktir.
Evet, muhabbetin sebepleri, iman, İslâmiyet, cinsiyet ve insaniyet gibi nuranî, kuvvetli zincirler ve mânevî kalelerdir. Adâvetin sebepleri, ehl-i imana karşı küçük taşlar gibi bir kısım hususî sebeplerdir. Öyleyse, bir Müslümana hakikî adâvet eden, o dağ gibi muhabbet esbablarını istihfaf etmek hükmünde büyük bir hatâdır.
Elhasıl: Muhabbet, uhuvvet, sevmek, İslâmiyetin mizacıdır, rabıtasıdır. Ehl-i adâvet, mizacı bozulmuş bir çocuğa benziyor ki, ağlamak ister; bir şey arıyor ki onunla ağlasın. Sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz bir şey ağlamasına bahane olur. Hem insafsız, bedbîn bir adama benzer ki, su-i zan mümkün oldukça hüsn-ü zan etmez. Bir seyyie ile on haseneyi örter. Bu ise, seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan bunu reddeder” (Hutbe-i Şamiye, s. 56-59.) buyurur.
İşte Nurcu da böyle bir muhabbet fedaisidir.