Merkezî siyasi otorite dışında gelişen hürriyet alanını elde edebilmek için batıda feodaliteyi ve kilisenin iktidara dönüşen baskısına karşı büyük mücadeleler verilerek kazanılmıştır. Osmanlıda ise batının kazanımları ve ferdi haklar kanlı mücadeleler yaşanmadan iktidar tarafından Kanun-i Esasi ile verilmiştir.
Sivil toplum, askerî vesayet altında olmayan ve devlet görevlisi olmayan ve kamuda çalışmayan bireyler veya “kendi işlerini yapan ve devletten yardım istemeyen” toplum anlamına gelmektedir.
Merkezî siyasi otorite dışında gelişen hürriyet alanını elde edebilmek için batıda feodaliteyi ve kilisenin iktidara dönüşen baskısına karşı büyük mücadeleler verilerek kazanılmıştır. Osmanlıda ise batının kazanımları ve ferdi haklar kanlı mücadeleler yaşanmadan iktidar tarafından 1876’da “Kanun-i Esasi” ile verilmiştir. Kanun-i Esasi ve Parlamentonun ortaya çıkması ile teba sayılan halk “vatandaş” konumuna yükseldi.
Ferdî hakların tanınması ile insanlar birey olmanın farkına varmış oldu ve toplum da vatandaş sayıldı. 1908’de ikinci meşrutiyetin ilanı ile meşrutiyet “adalet, meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvet” olarak tarif edilmiştir. (Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, s.53 )
Sivil Toplumun gelişmesine en büyük etken fert, toplum ve devlet ilişkilerinde yeni anlayışın ortaya çıkmasıdır. Her şeyden önce diğer canlılardan farklı olarak insanın ferdiyeti söz konusudur. Çünkü insanın bir ferdi, sair mahlûkatın bir nevi gibidir. Çünkü insan istidat ve kabiliyeti yönü ile çok câmi, yani kapsamlı olarak yaratılmıştır. Bu cihette insanın ferdiyeti/bireyselliği vardır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile insan küçük bir kâinattır. (Mesnevi, 2006, s.32)
Yüce Allah gökleri ve yeri insanın istifadesine sunmuştur. (Bakara, 2:29) İnsanı yeryüzünün halifesi kılmıştır. (Bakara, 2:30) Halife olması insanın yüksek bir istidat ve kabiliyette yaratılmış olması, akıl, şuur, kalp ve vicdan ile donatılmış olması demektir. Dolayısıyla insanın hem sorumluluğu artırmış hem değerini artırmış, hem de etki alanını genişletmiştir. İnsanın bu misyonunu ifa etmesi ve insanlığını işletmesi, kabiliyetlerini geliştirmesi ve iradesi ile mahlûkat üzerinde hükmederek halife olabilmesi ancak “hürriyet” içinde mümkündür. İnsanın hürriyeti ise iki nevidir. Birincisi bireysel hürriyettir ki ferdin kimsen etkisinde olmaması demektir. İkincisi, siyasi hürriyetidir ki ferdin sorumlu olduğu kurumlara ve topluluklara karşı hür ve bağımsız olmasıdır. İnsan her iki hürriyeti sağladığı ölçüde yaratılış amacına daha çok hizmet edebilir. Bunun en güzel örneği ise “Asr-ı Saadetin” tam hürriyet ortamıdır.
Bu bağlamda islamdan habersiz filozofların dinden bağımsız, dini dışlayan bir hürriyet felsefesi gerçekle örtüşmediği için yanlış çizgiye oturmuştur. Bu sebeple ne ferdi ne de toplumu mesut etmemektedir.
“İnsan fıtraten medenidir, hayat-ı içtimaiye ile hayatını devam ettirebilir” (Eski Said Dönemi Eserleri, Hutbe-i Şamiye, s.354 ) buyuran Bediüzzaman insanın toplumsal bir varlık olduğuna da dikkatimizi çeker. Allah’ın insana verdiği üç temel duygu vardır. Bunlar akıl, şehvet ve gadap duygularıdır. Bu duyguların ifrat ve tefriti hem bireyin kendisine hem de başkalarına zararlı olabileceği gibi sosyal hayatın düzenini de bozar. Sosyal hayatın düzeni için yasalara ihtiyaç vardır. Herkes bu kurallara uymakla sosyal hayatın düzenini sağlamak mümkün olur.
Toplumun örgütlenmesi bu bakımdan önemlidir. En üst düzey örgütlenme kendisini “devlet” şeklinde gösterir. Bir insanın askerde mangasında, bölüğünde ve taburunda farklı konumu ve görevi olduğu gibi sosyal hayatta da ailede, cemiyette, toplumda ve devlet içinde ayrı şekillerde temsil durumu ve buna bağlı olarak görev ve sorumlulukları vardır.
İnsanın insaniyete layık şekilde yaşaması için en güzel şeylere meyleder. İstidat ve kabiliyetlerini geliştirmesi için pek çok sanatlara ihtiyacı vardır. Bir insanın bütün sanatları bilmesi ve icra etmesi mümkün olmadığından diğer insanlarla bir arada yaşamaya mecburdur. Ta ki mübadele suretiyle ihtiyaçlarını karşılayabilsin. İhtiyaçların mübadelesinde haksızlık ve tecavüzleri önleyebilmek için de adalete ihtiyacı vardır. Bu sebeple kanun ve kurallara ihtiyacı vardır.
Birey olma, kendini keşfetme ve kabiliyetlerini geliştirerek topluma faydalı olacak şekilde gelişim kaydetmesi eğitime bağlıdır. Eğitimin amacı bireylerin kabiliyetlerini keşfederek gelişimine yardımcı olmaktır. Eğitim bu açıdan gelişim ve değişimin vazgeçilmezidir. Eğitim fıtratı değiştirmek ve bozmak için değil, fıtratı keşfetmek, kabiliyetlerin önünü açmak içindir. Özgürlüklere dayalı bir eğitim bunu sağlayabilir. Yasaklara ve baskıya dayalı eğitimin kabiliyetleri köreltmek ve yok etmekten başka bir faydası olmadığı acı tecrübelerle ortaya çıkmıştır.
Eğitimde hürriyeti ve bireyselliği savunan Bediüzzaman “İlmî istibdadın siyasi istibdaddan kaynaklandığını” belirtir. (Eski Said Dönemi Eserleri, Münazarat, s. 209 ) Bir sivil toplumcu ve bireyci olan Bediüzzaman bireye ve topluma bilinç kazandırmak için çalışmıştır. İnsanın dünyaya ilim ve dua vasıtası ile terakki ve tekâmül için gönderildiğini belirten Bediüzzaman bireyin haklarını bilmesi ve savunması siyasi baskılardan kurtulmanın aracı olarak görür. Bunun için de eğitimin zorunlu olarak gereğine dikkat çeker. Siyasi olarak katılımcı demokrasinin işlemesi eğitilmiş, kişiliğini kazanmış, hukukunu korumasını bilen ve koruyabilen bireylere bağlı olduğunu savunur.
Bu bağlamda Bediüzzaman sivil toplum hareketlerine güzel bir örnek teşkil edecek şekilde bir eğitim hareketi başlatmıştır. Gönüllü olarak okuma ve yazmaya dayanan bu hareket bireyin eğitimi ile demokratik ve bireysel bilincin uyanmasında ve gelişmesinde önemli bir rehber olmuştur.