Bediüzzaman “Her zamanın bir hükmü vardır” buyurur. Bediüzzaman bunu “Senden önce, nice nice peygamberler gönderdik; onların da eşleri, oğulları var idi; Allah’ın izni bulunmadıkça, hiçbir peygamber, hiçbir âyet getiremez, her zamanın bir hükmü ve bir kitabı vardır.” (Rad, 13:38.) ayetinden istihraç etmiştir.
Bediüzzaman “Her zamanın bir hükmü vardır” buyurur. Bediüzzaman bunu “Senden önce, nice nice peygamberler gönderdik; onların da eşleri, oğulları var idi; Allah’ın izni bulunmadıkça, hiçbir peygamber, hiçbir âyet getiremez, her zamanın bir hükmü ve bir kitabı vardır.” (Rad, 13:38.) ayetinden istihraç etmiştir.
Kur’ân-ı Kerimin nazil olması ile insanlık yeni bir döneme girmiş ve büyük bir tekâmül başlamıştır. Aynı şekilde 1900’lü yıllardan itibaren dünyada da büyük bir değişim ve dönüşüm başlamış ve pek çok hükümler değişmiştir. En azından padişahlık sistemleri çökmüş, istibdat yönetimleri yerini Hürriyetçi Parlamenter Sistemlere terk etmeye başlamış, savaşlara son veren “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” kabul edilmiştir. “Din ve Vicdan Hürriyeti”nin tüm dünyada kabul görmesi ile din için savaşlara son verilmiştir. Basın, yayın ve iletişim kanallarının yaygınlaşması ve hürriyetlerin kötüye kullanılması ile de bu güçleri ellerinde bulunduranlar dine, manevi değerlere ve imana hücum etmeye kendi materyalist ve inkârcı fikir ve felsefelerini yaymaya başlamışlardır. Özellikle gençleri etkisi altına alan bu akımlar gençlerin imandan ve dinden uzaklaşmasını sağlamışlardır.
Bu durumda yeni metotlar ve yeni yöntemlerle dini ve imanı anlatmak gerekiyordu. Bediüzzaman Said Nursi hazretleri bunu yaptı.
**
Günümüzün insanlığı etkileyen yeni durumlarını dikkate aldığımız zaman eski zamanlarda tatbik edilen tarikat usul ve metotlarının ve terbiye sistemlerinin günümüzdeki tarikatlarda ve tarikat erbabında mevcut olmadığını da görüyoruz. Günümüzde hangi tarikat müritlerini “Seyr-i Süluk” denilen “Riyazet ve İbadetlerle” bir eğitime tabi tutuyor? Böyle sıkı ve meşakkatli bir terbiye sürecinden geçen bir tarikat mensubu ve bunu uygulayan bir şeyh var mı? Gerçekten öğrenmek isterim…
Eskiden tarikat şeyhleri “Züht ve Takva” için fakirane ve sade bir hayatı tercih ediyor, tekke ve zaviyelerini mütevazi bir halde bulunduruyor, kendilerine yapılan yardımları, zekâtları ve sadakaları muhtaçlara ulaştırarak biriktirip büyük binalar ve külliyeler yapmıyorlardı. Onun yanına gelenler sözlerinden çok hallerine ve mütevazi yaşantısına bakarak zenginse bu hayata gıpta ediyor ve dünya malının önemsizliğini ders alıyor, fakir olanlar da kendi hallerine şükrederek mal sevdası için hırsa kapılarak harama yönelmiyorlardı.
Günümüzde tam tersine şeyhler ve tarikat erbabı lüks binalarda, lüks arabalara binerek lüks yemek sofralarında arz-ı endam ediyorlar. Müritlerine de “Müslüman zengin olmalı” telkininde bulunuyorlar. Onları görenler gerçek Müslümanlığın lüks içinde yaşamak olduğu imajına kapılıyorlar. Lisan-ı halleri ile bu dersi alıyorlar.
Bu durum tarikatın, özellikle Nakşiliğin “Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hestî, terk-i terk” mesleğine tamamen aykırı bir durum değil midir? Bu vaziyette manevi terakki mümkün müdür?
**
Tarikatın amacı imanda şüphesi olmayan, iman kuvvetinden kaynaklanan farzları yapıp haramlardan kaçan Müslümanların kalplerindeki haset, ucub, gurur, kibir gibi kalbî günahlardan ve gıybet, yalan, boş sözler gibi malayaniyattan kurtararak zikir, fikir ve nafile ibadetlere yönlendirerek, oruç, riyazet ve evrad ile ruhlarını inkişaf, nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye etmek amacını taşıyordu.
Eskiden gerçek tarikat şeyhleri tarikata girmek isteyenlere “Senin farzlarda ihmalin var mı? Namaz borcun, oruç borcun, zekât borcun varsa bunları tamamla öyle gel! Yoksa bizim aramıza katılamaz ve tarikat yolunda gidemezsin!” diyorlardı. Şimdi acaba bu sorgulama yapılabiliyor mu? İmam-ı Rabbani (ra) Tarikatta gidebilmek için iki şartı gerekli görüyor. Birisi sağlam ve tahkiki iman, diğeri ise farzların edasıdır; şayet bu ikisinde kusur ve eksiklik varsa tarikatta gidilmez buyurur.
Günümüzde ise ehl-i dalalet, fen ve felsefeden gelen pek çok hücumlar, sosyal ve siyasi hayatta pek çok günahlar ile akıllar şüphelere maruz kalmakta, kalpler kararmakta ve nefisler pek çok günahlara ister istemez girmektedir. Farzlar ihmal edilmekte, pek çok haramlar ister istemez işlenmektedir. Bu durumda imanlar zaafa uğramakta ve akla ve kalbe atılan pek çok şüphe ve dalalet tohumları imanı zedelemekte ve hatta imanda şüphe ve vesveselere düşürmektedir. Bu sebeple en mühim mesele imanı muhafaza ve imanı kemale erdirerek nefis, şeytan ve ehl-i dalaletten gelen evhamları izale etmektir. İman sağlam olmayınca farzlar yapılmaz ve haramlardan kaçılmazsa nafilelerle nasıl meşgul olunacaktır? İmanın tehlikede olması ve şüphelerle sarsılması müminlerin Allah korusun imansız kabre girmelerine ve ebediyen cehennem azabına maruz kalmasına sebep olmaktadır ki Bediüzzaman “Kırk vefiyattan bir ikisi kurtuldu diğerleri kaybettiler” buyurarak bu tehlikeye dikkatimizi çekmiştir.
Bu sebeple Bediüzzaman’ın “Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır” (Emirdağ Lahikası, 67.) ifadesi bariz bir hakikattir.
**
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Zaman tarikat zamanı değil” derken metot olarak tarikatın amacı olan nefsi terbiye, kalbi tasfiye ve ruhu terakki için daha kısa ve daha etkili bir metot ortaya koyuyor. O da “sahabe mesleği”dir. Bu meslekte nefsi öldürmek metodu yerine nefsi farzları yapıp haramlardan kaçarak ve iman hakikatlerini öğrenerek imanı taklitten tahkika çıkarmaktır. Bunun için Bediüzzaman “Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir. Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız cennete giden çoktur, imansız cennete giden yoktur” (Emirdağ Lahikası, 67, 130.) buyurarak sahabenin takip ettiği metodu gösterir.
Bediüzzaman hazretleri tarikatların geçmişte yaptığı hizmetleri takdir eder ve onları insafsızca tenkit edenlere karşı tarikatlerin hakikatini ve hizmetlerini takdir eden “Telvihat-ı Tis’a” isimli bir risale telif etmiştir. Ancak bu tarikat dersi vermek ve bu zamanda da tarikat yoluyla hizmet edilebilir anlamında değildir. Bediüzzaman bu risale için “Yalnız eskiden yazdığım tarikatların hakikatlerini ilmen beyan eden Telvihat Risalesi var ki, bir ders-i hakikattir ve yüksek bir ders-i ilmidir, tarikat dersi değildir.” (Emirdağ Lahikası, 67, 130.) demektedir.
Bediüzzaman hazretleri “Bu zaman imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i süluk-i kalbî ile tarikat mesleğinde bu bid’alar zamanında çok müşkilat bulunduğundan, Nur dairesi hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder” (Emirdağ Lahikası, 415.) demektedir. Çünkü zamanımızda ilim terakki etmiş, akıl kalbin ve hissiyatın önüne geçmiştir. İnsanlar delile ve belgelerle hakikatlerin ispatını, aklın iknasını istemektedir.
Bediüzzaman bu gerçeği “Biz ehl-i haliz, namzed-i istikbaliz. Tasvir-i müddea zihnimizi işba etmez, bürhan isteriz” (Muhakemat, 8. Mukaddime, s. 58.) demektedir. Bu ifadeler bu zamanın tarikatlardaki gibi "Taklit Mesleği" değil, aklı, ilmi ve delili esas alan "Tahkik Mesleği" olduğunun da ifadesidir. Bu zamanda geçerli olan "akıl, mantık, delil ve bürhandır." Bunlara dayanmayan bir şeyin hakikati yoktur ve bu zamanda geçerli değildir.