DİN
3.6.2024 22:48

Tekfir Meselesi

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Tekfir Meselesi

Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İman bir intisaptır ve insanı başıboşluktan kurtarır, kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın askeri ve memuru haline getirir. Bir padişaha memur ve asker olmak nasıl şerefli bir vazife ise, Allah’a iman da böyledir. Allah Teâlâ kendisini “Rahman, Rahim, Rauf, Vedud, Gafur, Gaffar, Hâdî, Settar ve Settaru’l-Uyûb” olarak tanıtır.

Giriş

Kâinatta en yüksek hakikat imandır. İman bir intisaptır ve insanı başıboşluktan kurtarır, kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın askeri ve memuru haline getirir. Bir padişaha memur ve asker olmak nasıl şerefli bir vazife ise, Allah’a iman da böyledir. Allah Teâlâ kendisini “Rahman, Rahim, Rauf, Vedud, Gafur, Gaffar, Hâdî, Settar ve Settaru’l-Uyûb” olarak tanıtır. Rahmeti, şefkati, sevgisi, affediciliği her şeyi ve her varlığı kuşatmıştır. Bu sebeple insan için dünyayı, cenneti ve ebedi saadeti ve bunların içindeki nimetleri hazırlamış, insana maddi bedeni dışında ruh, akıl, ilim, şuur gibi çok büyük nimetleri karşılıksız vermiştir. Kâinatı ve varlıkları kendi varlığını tanıtmak, akıllı ve şuurlu varlıkları da kendisini tanıyarak iman etmek için yaratmıştır. Bu sebeple yaratılışın amacı “Marifetullah” denen imandır ve iman en büyük ibadettir. Bunun zıddı olan Allah’ı inkâr ise en büyük günahtır. Zira yaratılış amacına zıt bir davranıştır. Bunun için Allah “Kendisinin inkâr edilmesini ve şirk koşulmasını asla affetmez; bunun dışındaki tüm günahları affeder.” (Nisa, 4:48.)

Yüce Allah Rahman ve Rahim olduğu için rahmet eseri olarak aklını ve kabiliyetini çalıştıramayanlara yardımcı olsun ve onlara bu hakikatleri anlatsın için içlerinden Peygamber göndermiş, ona vahyederek “Kitap” göndermiş ve cennetine davet etmiştir. Peygamberini “Alemlere rahmet” kılmıştır. İnanan her mü’minin görevi “Hidayet” denen bu büyük nimeti bütün insanlara ulaştırmak ve Allah’ın sonsuz rahmetinden istifade etmesini istemek, bunun için gayret etmektir. Nitekim bu konuda da yüce Allah insanlara yol göstermiş ve “Ey Kitap Ehli! Aramızda ortak olan bir kelimeye gelin: Allah’a iman edelim ve ondan başkasına ibadet etmeyelim, hiçbir şeyi Ona ortak koşmayalım, Allah’ı bırakıp birbirimizi Rab edinmeyelim. Yine de onlar yüz çevirecek olurlarsa, siz deyin ki: ‘Sizler şahit olun, biz hakka teslim olmuş Müslümanlarız’ deyiniz” (Âl-i İmran, 3:64.)

Durum böyle olunca bir Müslüman, özellikle bu hakikatlere vakıf olan bir din alimi Müslüman olan birisini bazı hataları ve günahları sebebiyle “Kafir!” diye itham edip dinden çıkarabilir mi? Orta Çağın Hıristiyan din adamları gibi “Aforoz” edip din dışına atabilir mi? Zira bir Müslümana kafir demek inanç dışında pek çok hukukî sonuçları doğurur. Bu, onun nikahının düştüğünü, varislerin malından mahrum edildiğini, cenazesinin kılınmayacağını, kanının helal sayılacağını, ahirette ebedi cehenneme gireceğini iddia etmektir. Bu ise çok büyük bir vebaldir ve Allah katında çok büyük bir zulüm ve günahtır.

Bu sebeple gerçek İslam alimleri olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat uleması “Ehl-i Kıble’nin asla tekfir edilemeyeceğini” ve din dışına çıkarılamayacağını, hukuki haklarından mahrum edilemeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. Müslüman ne kadar büyük günahlara girerse girsin, sözleri ve fiillerinin yüzde doksan dokuzu dine ve imana muhalif görünse de bir sözü ve davranışı imana delalet ettiği sürece ve küfrü iddia etmediği müddetçe asla tekfir edilemeyeceğini, fetvanın da daima iman cihetine verileceğini hükme bağlamışlardır. İman kalbî bir amel olduğu için onun kalbine muttali olmak mümkün olmadığı için durumunu Allah’a havale etmişler ve ona Müslüman muamelesi yapmış ve cenaze namazını kılmışlardır.

Biz bu makalemizde bu konuyu detayları ile ela alacağız.

Tekfir Ne Demektir?

Tekfîr “küfre nisbet etmek, mümin diye bilinen bir kişi hakkında kâfir hükmü vermek” demektir. Terim olarak Allah’tan vahiy yoluyla gelip Peygamber’in tebliğ ettiği kesinlikle bilinen dinî bir esası inkâr eden kimsenin kâfirliğine hükmetmeyi ifade eder (Mâtürîdî, Teʾvîlâtü’l-Ḳurʾân, 9:383-384; Kādî Abdülcebbâr, el-Muḫtaṣar, 1:223.)

İslâm âlimleri yapılan davetin ardından İslâm’ın hak din olduğuna inanmayan dehrî (ateist), müşrik, yahudi, hıristiyan, mürted, münafık gibi değişik inanç ve telakkileri benimseyen bütün grupların kâfir sayıldığını söyler.

Fırak-ı Dâlle dediğimiz “Peygamberimizin sünnetini kabul etmeyen, Kendilerini peygamber yerine koyarak Kur’ân-ı Kerimi kafalarına göre yorumlayanlar kendileri gibi düşünmeyenleri hemen İslam ve iman dairesinden çıkarıp “Aforoz” ederler.

Mutezile büyük günah işleyenleri “Tekfir ile suçlarlar.”  (Kādî Abdülcebbâr, Şerḥu’l-Uṣûli’l-Hamse, s. 624-625.) Kur’ân-ı Kerim Allah’a, Peygambere ve ahirete inanmayanlara ve müslüman iken dininden dönen kişinin küfre girdiği belirtilmiştir. (Bakara, 2:217; Âl-i İmrân, 3:106; Tevbe, 9:66).

Diğer taraftan bazı âyetlerde Müslüman olduğunun bir işareti olarak selâm veren birine, “Sen mümin değilsin” şeklinde karşılık verilmemesi emredilmiş (Nisâ, 4:94.) savaşa gitmekten korkan münafıklar hakkında “küfre daha yakın” ifadesi kullanılmak suretiyle “müslümanım” diyen kimseleri bazı karînelere dayanıp tekfir etmenin yanlışlığına dikkat çekilmiştir. (Âl-i İmrân, 3:167.)

Rahmet Peygamberi (asm) hadislerde de tekfir kelimesi yer almamakta, aynı kökten türeyen fiilin geçtiği rivayetlerde bir Müslümanı küfre nisbet etmenin ağır sorumluluğuna vurgu yapılmaktadır Hadislerde nakledildiğine göre Hz. Peygamber, Allah’tan başka ilâh bulunmadığına ve kendisinin nübüvvetine inanıncaya kadar insanlara karşı mücadele etmekle emr olunduğunu, kelime-i tevhidi söyleyenlerin kanlarının ve mallarının koruma altına alındığını, kıbleye yönelip namaz kılanların ve Müslümanların kestiği hayvanın etini yiyenlerin Allah’ın ve resulünün güvencesini kazandığını, dolayısıyla tekfir edilemeyeceğini belirtmiş (Buhârî, Îmân, 17; Ṣalât, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 95.) Müslümana kâfir diye hitap eden kimsenin kendisinin küfre gireceğini haber vermiştir. (Buhârî, Eymân, 7, Edeb, 73; Müsned, 2:18.)

Bazı hadislerde namazı terketmek ve babasından başka birinin çocuğu olduğunu iddia etmek gibi davranışlar için kullanılan küfür kavramının “nankörlük etmek” veya “günah işlemek” mânasına geldiği kabul edilmiştir. (İbnü’l-Esîr, II, 121; IV, 185-188.)

Bu bağlamda âlimler küfür kelimesinin dinden çıkmayı (küfr-i ekber), ayrıca günah işlemeyi ve nankörlüğü de (küfr-i asgar) ifade ettiğini söylemiştir. Havâric, Şîa, Mürcie, Kaderiyye gibi mezhep mensuplarının kâfir olduğuna dair rivayetler güvenilir kabul edilmemiştir. (İbnü’l-Vezîr, s. 381-382.)

Kaynaklarda Hz. Peygamber’in tekfir konusundaki tutumunu ortaya koyan çeşitli hadiselere yer verilmiştir. Bunlardan biri, Resûlullah’ın Mekke’nin fethi için yaptığı hazırlıkları öğrenip bir mektupla aynı yerdeki yakınlarına gizlice haber vermeye kalkışan, ancak bu girişimi hemen öğrenilen Hâtıb b. Ebû Beltea hakkındaki uygulamasıdır. Hz. Ömer onun münafıklığına hükmederek boynunu vurmak için izin talep edince Resûl-i Ekrem Hâtıb’dan açıklama istemiş, o da bu işi Mekke’de bulunan akrabalarını korumak amacıyla yaptığını belirtmiş, Hz. Peygamber, Bedir Savaşı’na katılan Hâtıb’ın bu davranışını hata diye nitelendirip onu affetmiştir. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 98.)

Bir diğer olay, Kur’an’da münafıklar hakkında kullanılan üslûba göre Resûl-i Ekrem’in onlara Müslüman muamelesi yapması ve münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl’ün cenaze namazını kıldırmasıdır. (Taberî, Câmiʿu’l-Beyân, 10:260-261). Resûlullah’ın bu hareketi kâfirliğini ilân etmeyenleri İslâmlaştırma siyasetinin bir sonucudur (Reşîd Rızâ, IV, 228-229). Hz. Peygamber’in tutumu ashaba örnek teşkil etmiş ve zaman zaman vuku bulan nifak hareketleri günah şeklinde değerlendirilmiştir. (Müsned, 1: 61-62; Buhârî, Fiten, 2; İbn Asâkir, s. 405.)

Bediüzzaman “Onların namazlarını kılma ve kabrinde de asla bulunma!” ayetindeki yasağın nifakı belli olan ve küfrü açıktan işleyen kimselere has olduğunu ifade eder.

Hz. Ebû Bekir’in zekât vermek istemeyenlere karşı savaş açmasının sebebi, İslâm’ın şartlarından olan bir esasın iptal edilmek istenmesi ve bunun devlete karşı bir ayaklanma niteliği taşımasıydı. Hz. Ali’nin, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılan muhaliflerine kâfir diyen taraftarlarına onların kâfir değil isyan eden kardeşleri olduğunu söylemesi de bu konuda bir kanıt teşkil etmektedir (Ebû Hanîfe, Risâle, s. 69; Kādî Abdülcebbâr, Fażlü’l-iʿtizâl, s. 160.)

Tekfir meselesinin ashap devrinin sonlarına doğru ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Bu problem, Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında vuku bulan Sıffîn Savaşı’nda halifenin ordusunda bulunan ve daha sonra Hâricîler diye anılan bir grubun, isyancılarla savaşılmasını emreden ilâhî hükmü terkedip ihtilâfı çözmek için hakeme başvurulmasına rıza gösteren Hz. Ali ile Muâviye’yi ve bunu onaylayan ashabı tekfir etmesiyle başlamıştır.

Bunlara göre Allah’ın indirdiği âyetlerle hükmetmeyenlerin kâfir sayıldığı âyetle sabittir (Mâide, 5:44.) Bunun yanında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra Ali b. Ebû Tâlib’in onun vasiyeti gereği hilâfete gelmesini savunan ve Şîa diye anılan grup içindeki aşırı zümreler de ashabın çoğunu tekfir etmiştir. Bu iki zümrenin karşısında Ehl-i sünnet’i teşkil edecek olan Müslüman çoğunluğu, siyasî ihtilâflara karışanların veya başka türden günah işleyenlerin tekfir edilemeyeceğine hükmetmiş, meşrû halifeye baş kaldıranlar günahkâr sayılmakla birlikte bu konudaki kesin hükmün Allah’a havale edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Ebû Hanîfe ile Şâfiî’nin belirttiğine göre ortaya çıkmaya başlayan ilk itikadî mezheplerin mensupları başta ashap olmak üzere muhaliflerini tekfir etmeyi sürdürmüş ve bu durum umumi bir iptilâ halini almıştır. (Ebû Hanîfe, el-ʿÂlim ve’l-Müteʿallim, s. 11; İbn Asâkir, s. 338.) Siyasî ihtilâflardan kaynaklanıp beslenen tekfir hareketinin öncüleri olan Hâricîler’i takip eden bazı bid‘at ehli kelâmcılarının yeterli bilgiye sahip bulunmadıkları, özellikle Resûl-i Ekrem’in uygulamalarını iyi bilmedikleri belirtilmektedir. (İbn Hazm, IV, 237; Gazzâlî, Fayṣalü’t-Tefriḳa, s. 95-97.) Bu da tekfirin ortaya çıkmasındaki temel sebebin cahillik olduğunu kanıtlamaktadır. Buna siyasî hırs ve menfaat, mezhep taassubu, nefsânî arzulara uyma, dinde aşırılığa kaçma ve katı davranma, mezheplerin yerilmesi veya övülmesine ilişkin uydurma rivayetlere inanma gibi etkenleri de eklemek gerekir. Bilhassa uydurma sayılan fırka rivayetleri (İbn Hazm, III, 292) tekfir meselesini beslemiştir. (Gazzâlî, el-İḳtiṣâd, s. 251; İmam Abdullah, s. 11-17.)

Ehl-i kıbleyi tekfir etmemeyi bir ilke olarak benimseyen Ehl-i sünnet âlimleri muhaliflerini sadece hataya nisbet edip tekfirden uzak durduklarını ileri sürmüştür. (Şerḥu’l-Aḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 299.)

Tekfir Şartları

Tekfir genelde kelâm ilminin konuları arasında yer alır. Gazzâlî’nin bu hususu fıkhî bir mesele olarak kabul etmesi (İḳtiṣâd, s. 246-248) tekfirin doğurduğu sonuçlar bakımından olmalıdır. Nitekim fıkıh kitaplarında yer alan “ridde” bölümünde de konu aynı mahiyette işlenmektedir. Tekfir hususunda farklı mezheplere mensup âlimlerin belirlediği temel şartlar şöylece özetlenebilir:

1. Allah’tan başka bir ilâh bulunmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna ve O’ndan vahiy getirdiğine kesinlik derecesinde inanan bir kimsenin küfre nisbet edilebilmesi için onun bu inancını terk etmesi veya ona aykırı inançları benimsemesi gerekir. İster inanca ister davranışa ilişkin olsun zarûrât-ı dîniyye içinde yer alan bir esası inkâr eden kişi dinden çıkar ve kâfir muamelesi görür; bütün İslâm âlimleri bu hususta ittifak etmiştir. (Bağdâdî, s. 9; İbn Hazm, 3:246, 266-267; Gazzâlî, Fayṣalü’t-Tefriḳa, s. 63, 86-87; İbnü’l-Vezîr, s. 375-377)

Âlimler arasındaki ihtilâflı meseleler tekfire konu teşkil etmez. Çünkü âlimlerin bir meselede farklı görüşler ortaya koyması onun İslâm dinine ait kesin bir ilke durumunda bulunmadığı anlamına gelir.

2. İlzâmî (dolaylı) yöntemle insanlar tekfir edilemez. Zira kişinin, benimsediğini açıkça belirtmediği halde bazı münasebetlerle beyan ettiği görüşlerinden hareketle üretilen düşünceler o kişiye değil onları üretene aittir. (İbn Hazm, 3: 294; Kādî İyâz, 2:1084-1085.)

3. Tekfir şartlarını belirlemekle yetinip insanları tekfir etmekten kaçınmak gerekir. Çünkü kişiyi tekfir edebilmek için onun kalbindeki inancı bilme zarureti vardır. Bu sebeple âlimler bir kâfiri Müslüman kabul etme hususundaki yanılmayı bir Müslümanı kâfir kabul etmekteki yanılgıdan daha hafif bulmuştur. (Gazzâlî, el-İḳtiṣâd, s. 251.) 100 ihtimalden 99’u kişinin kâfirliğine, biri de Müslümanlığına imkân tanıyorsa onun müslüman olduğuna hükmedilmelidir (İbn Nüceym, 5: 210; Ali el-Kārî, s. 162.)

4. Bilmeden bazı yanlış inançları benimseyen kimse tekfir edilemez, zira bilgisizlik mazeret kabul edilmiştir. Bundan dolayı Müslümanın öncelikle insanı küfre düşüren inanç ve davranışları öğrenmesi dinî bir görev sayılmıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, 1: 367.)

Nitekim Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Tabiat Risalesi’nin başında “Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar” (Tabiat Risalesi, s.30.) buyurarak bilmeden küfür kelimelerini kullananların sözlerinden küfür kokusu geldiği ama söyleyenin kâfir olmayacağını ifade etmiştir. Zira küfür için İslam alimleri “Kast” şartını ileri sürmüşlerdir. Bir sözde küfrü kast etmek ve iddia etmek yoksa söyleyen küfre girmez. Bu sebeple alimler “Söz küfür görünse de söyleyen kâfir olmaz” demişlerdir.

Ayrıca “Lazım-ı mezhep mezhep değildir” buyurarak “Söylenen bir sözde kasıt unsuru yoksa o sözden dolayı söyleyen mesul olmaz demişlerdir. Yine “Bir kelamda, her fehme gelen şeylerde mütekellim muaheze olunmaz” (Muhakemat, s.69.) demişlerdir.

Tekfir Konuları

1. Tabiat felsefesi:

Maddenin yapısı ve özellikleri hakkında ileri sürülüp evrenin yaratılış ve işleyişinde ilâhî ilim, kudret ve iradeyi kabul etmeyen veya bunu ikinci derecede sayan görüşler. Buna göre evrenin kadîm ve yaratılmamış olduğuna inananlar küfre nisbet edilmiştir. (Ebü’l-Kāsım el-Büstî, s. 105; Gazzâlî, el-İḳtiṣâd, s. 250; Kādî İyâz, 2:1076.) Ancak kelâm âlimlerinin çoğunluğu maddenin yapısına ve niteliklerine dair bilgilerin tekfir konusu sayılamayacağını kabul etmiştir. Zira maddenin yapısı ve özellikleri bilimsel bir konudur ve bu alandaki bilgiler sürekli gelişmektedir.

Bunun yanında Allah’a ve resulüne iman edip onları seven bir Müslümanın, İslâm’ın inanca ve davranışlara ilişkin ilkelerinin ayrıntıları konusunda yoruma bağlı şekilde farklı hükümleri benimsediği gerekçesiyle tekfir edilmesi, önemli dünyevî sonuçlar doğuran yanlış bir tutumdur.

Zira Müslüman iken kâfir olduğuna hükmedilen kişi ile Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağı sona erer; hakkında nikâh, miras, kestiği hayvanın etinin yenmemesi, cenaze namazının kılınmaması vb. konularda yeni dinî durumlar ortaya çıkar. (Ebû Hanîfe, el-ʿÂlim ve’l-Müteʿallim, s. 14; Bağdâdî, s. 222.)

Tekfirde asıl kabul edilen şey, Hz. Peygamber’i Allah’tan getirdiği kesinlikle bilinen vahiy konusunda açıkça yalanlamaktır. Vahyin doğru biçimde anlaşılması, İslâm’ın ana ilkelerine dair yöntem bilgisine ve nasları yorumlama birikimine sahip bulunmayı gerektirir. Bu da bir Müslümanı tekfir etmenin kolay bir iş olmadığını isbat eder. Tarihte ve günümüzde görüldüğü gibi bir Müslümanı din anlayışında veya nasları yorumlamasındaki yanlışlarından dolayı tekfir etmek yerine İmam Şâfiî’nin belirttiği üzere hata ettiğini söylemek daha doğru bir yöntemdir. (İbn Asâkir, s. 338.)

Zira küfür belli bir mezhebin görüşlerine muhalefet etmekle değil zarûriyât-ı dîniyyeye inanmamakla vuku bulur, bu da kişinin sadece Allah’ın bildiği iç dünyasına vâkıf olmayı gerektirir. Hz. Peygamber’in şahısları tekfirden sakındıran tutumu ve bu konudaki hadisleri dikkate alındığında, onun bazı sözleri söyleyenlerle bazı fiilleri işleyenlerin kâfir olacağına dair beyanları onları dinden çıkarmaz. (Şerḥu’l-ʿAḳīdeti’ṭ-Ṭaḥâviyye, s. 299-304.)

Kâinatta En Yüksek Hakikat İmandır

İnsan için en büyük mesele “iman” meselesidir. Zira Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Kâinatta en yüksek hakikat imandır” buyurur. İman insanı Allah’a bağlar, dünya ve ahiret saadetini temin eder. Cehennem azabından kurtarır ve dünya büyüklüğünde baki bir cenneti kazandırır.

İnsanın yaratılış amacı Allah’ın varlığını ve birliğini tanımak, ona iman edip itaat etmektir. İnsanın manen, ruhen ve insaniyeten terakki ve tekamülü imana bağlıdır. İman hem nurdur hem kuvvettir. Peygamberimiz (asm) Hz. Ali’yi Hayber’de savaşa gönderirken “Ya Ali! sen şimdi Hayberlilere iyice yaklaşıncaya kadar sükûnetle ilerle. Sonra onları İslâm’a davet et ve üzerlerine vâcip olan İslâmî esâsları onlara haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin irşadınla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin kırmızı develere sahip olmandan” (Buhari, Megâzî, 39.) Yeman’e gönderirken de “Bir kimsenin hidayetine vesile olman üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha kıymetli ve daha hayırlıdır!” (Hudarî, Nûru’l-Yakîn, s. 255.) buyurmuştur. Müslümanlar, olabildiğince çok kişinin iman nimetine kavuşmasını ve küfür karanlıklarından kurtulmasını arzu ederler. Esasen o bunun için yaşar, bunun için yaşamalıdır.

Ben Müslümanım Diyen Asla Tekfir Edilmez

İslam alimleri “Herhangi bir Müslümanın sözünü güzel bir vecihle tefsir ve tevil kâbil oldukça fena bir cihete hamletmek, ona göre fetva vermek câiz değildir. Hatta bir hususta küfrü gerektiren birçok vecihler bulunduğu halde küfre aykırı bir hasleti bulunsa, bu bir veche göre fetva verilmesi muvafık olur. Hakikat-i halin neden ibaret olduğu ise ilm-i ilahîye havale olunur. (Ö. Nasuhi, Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıye Kamusu, 4:8; Durru'l-Muhtâr, FEtevây-ı Hindiye ve Kâdihân.)

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir. Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş'et etmek yine lâzım değildir” der.

Mütekellimin ulemasından Aliyyu`l-Kâri der ki: “Bid`at ehlinin kötü taraflarından biri, birbirlerini tekfir etmeleridir. Ehli sünnetin güzel yönlerinden biri ise tekfir etmeyip, hatalı saymalarıdır." (Serh-u Fıkhu’1-Ekber, s.243.) Onun için ehli sünnet olarak bizler itikaden bozuk mezhepleri bile kâfir değil, batıl mezhepler olarak vasıflandırırız. Bu yüzden: “Bir kâfiri Müslüman sanmakla yapılacak hata, bir Müslümanı kâfir saymakla yapılacak hatadan çok daha hafiftir” denmiştir.

Peygamberimiz (asm) Müslümanları küfürle ve münafıklıkta itham etmekten sakındırmış ve şöyle buyurmuştur: “Bir mü'mini küfr ile itham eden onu öldürmüş gibi olur.” (Buharî, İman, 7; Tirmizî, İman, 16.) “Bir kimse Müslüman kardeşini tekfir ederse, küfür ikisinden biri üzerine döner.” (Müslim, İman, 26.) “Herhangi bir Müslüman diğer bir Müslümanı tekfir ettiğinde o kâfirse kâfirdir, değilse kendisi kâfir olur.” (Ebu Davûd, Sünnet 15.) Hz. Ali’ye Hariciler “Kafir!” dedikleri için “Yâ Ali! Sana kafir diyen Haricileri bu hadis-i şerife göre biz de tekfir edebilir miyiz?” dedikleri zaman Hz. Ali (ra) “Kesinlikle hayır! Onlar bize isyan eden kardeşlerimizdir” demiştir. Ancak zulmettikleri ve Müslümanların kanını helal sayıp savaş açtıkları için hukuk namına onlarla savaşmıştır.

Bediüzzaman’ın Tekfir Konusundaki Hassasiyeti

Bediüzzaman mahkemede savcının iddiasına şöyle cevap verir: “İddiacı demiş: Said'in gizli düşmanı yok. Belki onu tazyik eden bir kısım memurlara zındık ve münafık diyor” demesine mukabil şöyle der:

İddiacının bu ittihamı, hem kaç vech ile hatâ ve yalan, hem bîçare ve aldanmış ve vazife itibarıyla Said'i hapis veya tâzip etmiş, bir kısım Müslüman ve ehl-i iman memurlara o münafık ve zındık tabirini vermek büyük bir cinayettir. Ve bu dindar milleti bir tahkir ve ittihamdır ki, Said mükerrer demiş: ‘O vazifeperver Müslümanlar Nurlara zarar vermeyen ve istifade eden adliye memurları beni idamla mahkûm etseler, hakkımı onlara helâl ederim” deyip, mümkün olduğu kadar musalâhakârâne onların vazifelerine dokunacak harekâttan çekinen bir münzevî ve garip adam hakkında bu ittiham büyük bir günah ve bir iftiradır. Halbuki Said'i bilenler bilirler ki, mümkün olduğu kadar tekfirden çekinir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de yine te'vile çalışır, onu tekfir etmez. Her vakit hüsn-ü zanla hareket ettiği halde ona bu ittihamı yapan, elbette kendisi o ittiham ile tam müttehemdir. (Şualar, Hata Cevap Cetveli, s.536.)

Bediüzzaman hazretleri hadis-i şeriflerdeki “Namazı terk etmek küfürdür” gibi ifadeleri de şöyle izah eder: “Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş.

Meselâ, demiş, ‘Bu şey küfürdür.’ Yani, o sıfat imandan neş'et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş'et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş'et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş'et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez. Tekfire çabuk cüret edenler düşünsünler!” (Sünuhat, s.30.)

Allah’ın Hükümüyle Hükmetmeyenler Kafir midir?

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri siyailerin bası ayet ve hadisleri istismar ederek kendi siyasi düşüncelerine destek olmayanları küfürle ve küfre hizmetle ittiham etmelerine karşı da şöyle der: “Sû-i tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehl-i ifrat ve ehl-i tefrite rast geldim. Ehl-i ifratın bir kısmı, Arap’tan sonra İslâmiyet’in kıvâmı olan Etraki tadlil ediyorlardı. Hatta bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehl-i kanunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel olan Kanun-u Esâsîyi ve Hürriyetin ilânını tekfire delil gösterdi, ‘Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse’ (Maide, 5:44, 45, 47.) ayetini hüccet ederdi. Bîçare bilmezdi ki: ‘Hükmetmeyen’ bilmânâ ‘tasdik etmeyen’ demektir. Acaba sabık istibdadı hürriyet zanneden ve Kanun-u Esâsîye itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehl-i hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.

İkinci kısım olan ehl-i tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehl-i İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa'ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır. Bununla beraber, istibdat kendini muhafaza etmek için herkese vesvese verdiği gibi, beni de inkılâptan on sene evvel aldattı ki, ehl-i ihtilâlin ekseri masondur. Lillahilhamd, o vesvese bir iki sene zarfında zâil oldu. Ta o vakitte anladım; bizim ekser ahrarımız, mûtekid Müslümanlardır. (Münazarat, 124.)

Bediüzzaman Said Nursi hazretleri Haricilerin devamı olan ve ‘Kafir!’ diye müslümanların kanlarını helal gören Vehhabilerin müfrit kısmı için de şöyle der: “Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü't-Teymiye ve İbnü'l-Kayyim-i Cevzî'nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul'da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid'alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid'alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer'î yok, hiç zararı da yok.

İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler” (Emirdağ Lahikası, 152.) buyurarak onların tekfir edilmesine izin vermemiştir.

Sonuç

Tekfir konusunda asrımızın en büyük alimi olan Bediüzzaman Said Nursi hazretleri ‘Ehl-i Sünnet” ulemasının ittifak ettiği hususları özetlemiş ve mümkün olduğu kadar tekfirden çekinmiştir. Hattâ sarih küfrü bir adamdan görse de yine te'vile çalışmış ve onu tekfir etmemiştir. Sünuhat isimli eserinde hadis-i şeriflerdeki “Namazı terk etmek küfürdür” gibi ifadeleri de şöyle izah eder: “Bazı âyât ve ehâdis vardır ki, mutlakadır; külliye telâkki edilmiş. Hem öyleler vardır ki, münteşire-i muvakkatedir; daime zannedilmiş. Hem mukayyed var; âmm hesap edilmiş. Meselâ, demiş, ‘Bu şey küfürdür.’ Yani, o sıfat imandan neş'et etmemiş; o sıfat kâfiredir. O haysiyetle, o zât küfür etti, denilir. Fakat mevsufu ise, mâsume ve imandan neş'et ettikleri gibi, imanın tereşşuhatına da hâize olan başka evsafa malik olduğundan, o zât kâfirdir, denilmez. İllâ ki, o sıfat küfürden neş'et ettiği, yakînen biline... Zira başka sebepten de neş'et edebilir. Sıfatın delâletinde şek var; imanın vücudunda da yakîn var. Şek ise yakînin hükmünü izale etmez” der.

Ayrıca Bediüzzaman “Her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez” der. Böylece Müslümanları tekfir ederek din dışına atmanın dinde yeri olmadığı, yapanların da Allah katında büyük günah olduğunu ve itham edeni büyük bir sorumluluk altına soktuğunu ifade eder.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol