Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Daru’l-Hikmetü’l-İslamiye” azalığına tayin edilmişti. Burada Din-i Mübîn-i İslam’ın korunması, iman, ibadet ve ahlaka dair neşriyatın yapılması ve ecnebilerin İslam’a olan hücumlarına cevap verilmesi gibi önemli hizmetler yapılmaktaydı.
Teşarük ve Tesanüt
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “Daru’l-Hikmetü’l-İslamiye” azalığına tayin edilmişti. Burada Din-i Mübîn-i İslam’ın korunması, iman, ibadet ve ahlaka dair neşriyatın yapılması ve ecnebilerin İslam’a olan hücumlarına cevap verilmesi gibi önemli hizmetler yapılmaktaydı. Ancak bütün çabalara rağmen ahlak yozlaşmaya devam etti. İngilizlerin İstanbul’u işgali ile özellikle İngilizler ahlaksızlığı daha fazla tervice yönelik neşriyat yaptılar ve faaliyetler sergilediler.
Bediüzzaman’a “Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye neden hizmet edemedi?” diye soruldu. Bediüzzaman buna cevaben “En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü, buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük: Mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetvâ verdirildi... İşte Dârü’l-Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mâni olan ecnebî kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci ediyordu.
İkinci derecede sebep: Dârü’l-Hikmet eczaları, kabil-i imtizac, belki de ihtilât değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. Ene’ler kavîdir, delinmedi ki, bir “nahnü” olsun. Ben, biz olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi. Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Mâneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir. Teavün düsturu bunun tamamen aksidir. Maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Mâneviyatta ise, eseri hârikulâde derecesine is’âd eder.
Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner. Ehakkı aramakla bazan hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrîsi zamanında, bâtılın vücuduna bir nev’i müsamaha var. Yani, bazan hasen, ahsenden ahsendir.” (ESDE, Tuluât, s.356.) şeklinde cevap vermiştir.
Teşarük ve Tesanüt Farkı
Teşarük “şirket” kelimesinden türediği için “ortaklık” anlamına gelir. Ortaklar arasında tam bir kaynaşma ve imtizaç olmaz. Her ortak kendi sermayesi kadar kardan pay alır ve kendi hissesini ortaklık için feda etmez. Kendi hissesini korumaya ve artırmaya çalışır.
Ortaklığın maddi ve manevi yönü vardır. Maddi olarak ortaklık güzeldir, sermaye birikimi olur ve karın artmasına sebep olur. Teşrik-i mesai ve taksimu’l-a’mal ile üretim ve kalite artar. Manevi yönden ise durum tersine işler. Ortaya çıkan manevi hizmetlere herkes kendi namına sahiplendiği ve kendi hizmetinin eseri ve sonucu olduğunu iddia etmeye başlar. Bu da cemaatin tüm fertlerinin katkılarıyla ortaya çıkan hizmetin birilerinin hizmeti olduğu iddiası ile birilerine tevzi edildiği zaman, bir ordunun zaferinin sadece baştaki kumandana verilmesi gibi diğerlerine haksızlık olur. Bu ise “cemaat” ruhunu zedeler ve ihlası kaybeder. Cemaatin birlik ve dirliğini bozar.
Bu sebeple manevi hizmetlerde teşarük kuralı değil, tesanüt ve teavün esas olmalıdır. Zira “teavün” teşarükün aksine hizmetler fertlere verilmez, başarılar cemaate verilir, başarısızlıklar fertlere ve reislere verilir. Şahsiyetçilik ve benlik duygusu değil, gönüllülük ve tevazu ile hizmeti ve başarıyı paylaşma vardır. Böylece yapılan hizmet ve başarı cemaat fertlerine taksim edilerek cemaatin efradı kadar çoğalır. Bir lambayı yakmak için biri gazyağı, biri fitil, biri şişe, biri kibrit getirir, lambayı beraber yakarlar. Sonra o lambanın ışığından hep beraber istifade ederler. Herkesin elinde bir ayna bulunsa lamba oda ile beraber her birinin aynasına yansır. Teavün prensibi bu şekilde maneviyatta eseri azimleştirir.
Bediüzzaman hazretleri “Dârü'l-Hikmet eczaları, kabil-i imtizac, belki de ihtilât değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. Ene'ler kavîdir, delinmedi ki, bir 'nahnü' olsun. Ben, biz olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi. Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir. Teavün düsturu bunun tamamen aksidir. Maddiyatta cemaate nispeten pek küçük, fakat yalnız bir şahsa nispeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise, eseri harikulâde derecesine is’âd eder” buyurarak bu hakikati veciz bir şekilde ifade etmiştir.
Daru’l-Hikmette her bir ilim adamı, her bir üye kendi branşında, kendi mizacına ve meşrebine göre hareket etmekteydi. Diğer üyeler ile aralarında bir yardımlaşma ve aynı meselede bir dayanışma söz konusu olmuyordu. Halbuki sağlıklı ve etkili bir manevi eserin meydana gelmesi ve bir hizmetin ortaya çıkması için ilmi heyetin bir vücudun azaları gibi biri birleri ile yardımlaşma ve dayanışma içinde olması gerekir. Üstad Hazretleri bu hakikati Dârü'l-Hikmet'te tam manası ile göremediği için nasıl olması gerektiğini tarif ediyor. Her meziyet sahibi kendi meziyetini manevi eserde gösterirse onda harmanlarsa, yani teavün ve tesanüt ile hareket ederse, harikulade ve etkili eserler ve güzel hizmetler ortaya çıkar.
Bediüzzaman hazretleri manevi hizmetlerde teavünü ve tesanüdü esas alarak ortaya çıkan büyük hizmetleri “İştirak-i a’mal-i uhrevi” kavramı ile izah eder. Bu hizmetler “teşarük” kaidesine göre değil, “teavün” kuralına göre yapılmalıdır. Böylece fertlerin tevazu ile tesanüdünden hasıl olan ihlaslı ve samimi büyük hizmetler ortaya çıkar. Bediüzzaman bunu da “İhlas Risalesinde” şöyle izah eder: “Bahtiyar odur ki, kevser-i Kur'ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için, bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enâniyetini o havuz içine atıp eritendir.” (Lem’alar, İhlas Risalesi, s.276.)
Bu ifadeye göre, iman ve Kur’ân hizmetinde çalışan cemaat birbiri ile imtizaç eden sudan meydana gelen bir havuz gibidir. Benlik duygusunu terk etmiş her bir fert ise bu havuzun içindeki suyu meydana getirmiştir. Cemaat ruhu enaniyeti ve benliği kaldırmaz. Cemaate tabi olan birisi benliğini ve enaniyetini cemaat potasında eritmesi gerekir. Eğer eritemez ise namazını tek kılan kişinin cemaat sevabından mahrum kalması gibi, o da şahs-ı manevinin feyzinden ve sevabından mahrum kalır. Muhalefet yolunu tutarsa ihlası kaybeder ve cemaatin intizamına zarar verir. Bu yüzden, cemaat ile benlik birbirine zıttır.
Şahsiyet ve Benlik Farkı
Şahsiyet ile benlik farklı şeylerdir. Şahsiyet, kişinin Allah tarafından verilmiş olan kabiliyeti, mahareti, ahlakı ve çalışması ile elde ettiği birikimi ve kendisini tanıtan diğer fertlerden ayıran özellikleridir. Bu her insanı diğer insandan ayıran seçkin ve mümtaz özelliğidir. Cemaat bu farklı ve mümtaz kabiliyetleri bir araya getirip birbirinden istifade ettirir. Bu cihetle cemaat şahsiyetleri yok etmez ve kabiliyetleri köreltmez, aksine onlardan istifade ederek başarılı büyük hizmetlere vesile olur.
Benlik ise, kişinin ortak yapılan hizmetleri kendisinden bilmesi, hizmet arkadaşlarını değersiz görmesi, kendisine mal etmesi, başkalarını aşağılamasıdır ki, bu da cemaat ruhuna ve ihlasa tamamen zıttır. Bu yüzden, cemaate giren birisinin enaniyetini terk etmesi, benlik duygusundan sıyrılması gerekir. “Ben” duygusu yerine “Biz” anlayışı ile hareket etmesi gerekir. Ama şahsiyetini ve istidadını cemaat için sergileyip gösterebilir. Buna enaniyet nazarı ile bakılamaz.
Faydalı Hizmetlerin Hayatı İhlas İledir
Bediüzzaman daha sonra Müslümanların aralarındaki ihtilaf sebeplerini “İhlasın yokluğuna” ve dinin dünyaya alet edilmesine bağlar ve “İhlas Risalesi”ni telif eder. İhlası kazandıran hususları nazara verir, ihlası kıran manileri ortaya koyar. Bunların içinde dikkati en fazla çeken hususu şöyle ifade eder:
“Menfaat-i maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlâsı kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır. Evet, hakikat ve âhiret için çalışanlara karşı bu millet bir hürmet ve bir muavenet fikrini daima beslemiş. Ve bilfiil onların hakikat-i ihlâslarına ve sadıkane olan hizmetlerine bir cihette iştirak etmek niyetiyle, onların hâcât-ı maddiyelerinin tedarikiyle meşgul olup vakitlerini zayi etmemek için, sadaka ve hediye gibi maddî menfaatlerle yardım edip hürmet etmişler. Fakat bu muavenet ve menfaat istenilmez, belki verilir. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla, lisan-ı hal ile dahi istenilmez. Belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir. Hem “Benim âyetlerimi, az bir dünya menfaatiyle değiştirmeyin.” (Bakara Sûresi, 2:41.) âyetinin nehyine yanaşır, ameli kısmen yanar.
İşte bu maddî menfaati arzu edip muntazır kalmak, sonra nefs-i emmâre, hodgâmlık cihetiyle, o menfaati başkasına kaptırmamak için, hakikî bir kardeşine ve o hususî hizmette arkadaşına karşı bir rekabet damarı uyandırır. İhlâsı zedelenir, hizmette kudsiyeti kaybeder, ehl-i hakikat nazarında sakîl bir vaziyet alır. Ve maddî menfaati de kaybeder. Her ne ise, bu hamur çok su götürür. Kısa kesip, yalnız, hakikî kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlâsı ve samimî ittifakı kuvvetleştirecek iki misal söyleyeceğim.
Birinci misal: Ehl-i dünya, büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hattâ bir kısım ehl-i siyaset ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin mühim âmilleri ve komiteleri, iştirak-i emval düsturunu kendilerine rehber etmişler. Bütün sû-i istimâlât ve zararlarıyla beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde ediyorlar. Halbuki, iştirak-i emvâlin, çok zararlarıyla beraber, iştirakle mahiyeti değişmez. Herbirisi umuma gerçi bir cihette ve nezarette mâlik hükmündedir; fakat istifade edemez.
Her ne ise, bu iştirak-i emval düsturu a’mâl-i uhreviyeye girse, zararsız azîm menfaate medardır. Çünkü bütün emval, o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünkü, nasıl ki dört beş adamdan, iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir aynası varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan, birer lâmba, oda ile beraber aynasına girer. Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi, o iştirak-i a’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i a’mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakikat mâbeyninde meşhud ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.
İşte, ey kardeşlerim! Sizleri inşaallah menfaat-i maddiye rekabete sevk etmeyecek. Fakat menfaat-i uhreviye noktasında bir kısım ehl-i tarikat aldandıkları gibi, sizin de aldanmanız mümkündür. Fakat şahsî, cüz’î bir sevap nerede, mezkûr misal hükmündeki iştirak-i a’mâl noktasında tezahür eden sevap ve nur nerede?
İkinci misal: Ehl-i san’at, netice-i san’atı ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, teşrikü’l-mesâi düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hâkezâ... Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gayet süratle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâi ve taksim-i a’mâl düsturuyla olan san’atın semeresini taksim etmişler. Her birisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, ehl-i dünyanın san’atkârları arasında, onları teşrik-i mesâiye sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.
İşte, ey kardeşlerim! Madem umur-u dünyeviyede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn faydalar verir. Acaba, uhrevî ve nuranî ve tecezzî ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile her birisinin aynasına umum nur in’ikâs etmek ve her biri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçırılmaz!” buyurur.
Tesanüt ve teşarükün faydalı ve sağlıklı hizmetler üretebilmesinin şartı “Meşveret” ile hareket etmesine bağlıdır. Bu sebeple Bediüzzaman meşveret ve şuraya çok değer vermektedir. Bu konunun önemini şöyle dile getirir:
Eğer denilse: Neden şûrâya bu kadar ehemmiyet veriyorsun? Ve beşerin, hususan Asya’nın, hususan İslâmiyetin hayatı ve terakkisi nasıl o şûrâ ile olabilir?
El-cevap: Nurun Yirmi Birinci Lem’a-i İhlâsında izah edildiği gibi, haklı şûrâ ihlâs ve tesanüdü netice verdiğinden, üç elif, yüz on bir olduğu gibi, ihlâs ve tesanüd-ü hakiki ile, üç adam, yüz adam kadar millete fayda verebilir. Ve on adamın hakikî ihlâs ve tesanüd ve meşveretin sırrıyla, bin adam kadar iş gördüklerini, çok vukuat-ı tarihiye bize haber veriyor.
Madem beşerin ihtiyacatı hadsiz ve düşmanları nihayetsiz ve kuvveti ve sermayesi pek cüz’î; hususan dinsizlikle canavarlaşmış, tahribatçı, muzır insanların çoğalmasıyla, elbette ve elbette, o hadsiz düşmanlara ve o nihayetsiz hâcetlere karşı, imandan gelen nokta-i istinad ve o nokta-i istimdad ile beraber hayat-ı şahsiye-i insaniyesi dayandığı gibi, hayat-ı içtimaiyesi de yine imanın hakaikinden gelen şûrâ-yı şer’î ile yaşayabilir, o düşmanları durdurur, o hâcetlerin teminine yol açar.” (ESDE, Hutbe-i Şamiye, s.356.) buyurur.