Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “dünyaya din için bakıp, din namına dünyayı sevdiği” için müslümanların “Uhuvvet-i İslamiye” çerçevesinde birlik ve beraberliğine de önem vermiştir. Zira müslümanların arasında “Uhuvvet” bağı gevşediği zaman harici parmakların karışarak dine büyük zarar verdiğini ifade eder.
“Tevaif-i mülûk” kelimesi Arapça “tevaif” bölükler, “mülûk” melikler anlamında iki kelimeden türeyen bir kavramdır. Merkezî otoritenin zaafa uğraması ile başkaldıran valilerin oluşturduğu irili ufaklı siyasî oluşumları ve küçük birimler halinde yönetilen küçük devletleri anlatır.
Endülüs Emevî Devletinde Âmirî ailesinin (1009) yılında iktiadardan uzaklaştırılmasından sonra Emevî şehzadelerinin Kurtuba’da taht kavgaları ile uğraşmaları sonucu merkezî otoritenin sarsılması ile çevre illerdeki yöneticilerin her biri kendi nüfuzlarını kullanarak 1031 yılında çeşitli Emirlikler halinde ayrı yönetilmeye başlandı. Kurtuba devletin başkenti olma imtiyazını kaybetti ve bir emirlik halini aldı. Böylece merkezî idare yerini “tevaif-i mülûka” devretmiş oldu. Her bir taife kendi içlerinden bir “Halife” seçerek ona biat eder ve diğerleri ile kavgaya başlarlar.
Tevâif-i mülûkun en belirgin özelliği emirlikler arasında yoğun bir iktidar mücadelesinin devam etmesidir. Bu mücadelede komşu emirliğe tecavüz, talan ve yağmacılıktır. Kırkı aşan küçük devletçikler meşruiyetlerini sahip oldukları güçten aldıkları için zayıf gördükleri komşularına saldırırlar ve aralarında uzun süren savaşlar meydana gelir. Nihayet 1070 yılında Kurtuba’yı ele geçiren Abbâdiler birliği sağlayamadılar. Zira diğer küçük devletler birbirleri ile yardımlaşarak ve hatta Hıristiyan devletlerden para karşılığı yardım ve askeri destek alarak mücadelelerine devam ettiler.
Bunun üzerine Endülüs’ü geri almak için Kastilya krallığı Endülüs’e saldırmaya başladı. Küçük şehirleri ele geçirdi. Arkasından büyük şehirler derken 1085’de Kurtuba ve Tuleytula’yı ele geçirerek müslümanları bu şehirlerden çıkarttılar.
Endülüs bu çekişmeler sonucu tamamen Hıristiyanların eline geçmiştir.
**
İkinci “Tevaif-i Mülûk” Büyük Selçuklu Devletinin Büyük Selçuklu Devletinin 1243 Kösedağ Meydan Savaşı’nda Moğollara yenilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Merkeze bağlı valilerin her biri tesbihin ipinin kopması gibi etrafa dağılarak bağımsız harekete başlamışlardır. Nihayet 1453 yılında İstanbul’un fethine kadar yaklaşık 200 sene bu ara dönem yaşanmıştır.
Tevaif-i mülûk gerçekte bir ara dönemdir.
Büyük fetihler ancak dahilî ihtilâflar bertaraf olduktan sonra başarılabilir. Fatih Sultan Mehmed Anadolu birliği sağlandıktan sonra 1453 yılında İstabul’u fethedebilmiştir. Yavuz Sultan Selim de 1517’de Hilâfeti getirerek “İttihad-ı İslâm sağlanmış oldu.
**
İç çekişmelerin ve ihtilafların yaşandığı ara dönemlerde büyük hizmetlerin yapılamayacağı tarihin “Tevaif-i Mülûk” dönemleri şahittir. Bu dönemlerde siyasi alanda olduğu gibi iktisâdi alanda da gerileme yaşanmıştır. Zira ülke parçalandığı için kaynaklar bir plan dahilinde değerlendirilecek bir ekonomik politikanın uygulanması da mümkün olmamaktadır.
**
Tevaif-i mülûktan alacağımız çok dersler vardır. Küçük devletler daima düşmanın istilâsına ve hâkimiyetine vasıta ve alet olmuşlardır. Bediüzzaman “İttihad-ı İslâm” idealini hedef gösterirken bu konuda “Yavuz Sultan Selim”e biat etmesini çok iyi anlamak gerekir. (Tarihçe-i Hayat, 2008, s. 59.)
**
Bediüzzaman Said Nursi hazretleri “dünyaya din için bakıp, din namına dünyayı sevdiği” için müslümanların “Uhuvvet-i İslamiye” çerçevesinde birlik ve beraberliğine de önem vermiştir. Zira müslümanların arasında “Uhuvvet” bağı gevşediği zaman harici parmakların karışarak dine büyük zarar verdiğini ifade eder.
Meşrutiyet ve Demokrasinin gelişmesi ve topluma faydalı hizmetlere vesile ve vasıta olabilmesi de iç çekişmelerden uzaklaşarak “muhalefeti” “meşru bir muvazene-i adalet unsuru” olarak kabul etmeye bağlıdır.
Bediüzzaman bu konuda şöyle der: “Madem ki Meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Mevcudiyet-i milleti göstermek lâzımdır. Milletimiz de yalnız İslâmiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lâzların en kuvvetli ve hakikatli revâbıt ve milliyetleri İslâmiyetten başka birşey değildir. Nasıl ki az ihmal ile tevâif-i mülûk temelleri atılmakta ve on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihyâ ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...” (ESDE, Makalat, s.69, 89.)
**
Bediüzzaman “Uhuvvet-i İslâmiyeyi” esas aldığı için “İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (asm) dediğimiz vakit, umum mü'minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu'daki cemaat murad değildir.” (ESDE, s.70.) demekte ve başında Peygamberimiz’in (asm) bulunduğu tüm ümmet-i Muhammediyeyi murad etmektedir.
Bediüzzaman hedefini ve amacını şöyle ifade eder:
“Şimdi istediğimiz nokta, mü'minlerin teveccühleri ve teyakkuzlarıdır. Teveccüh-ü umumînin tesiri inkâr edilmez. İttihadın hedefi ve maksadı i'lâ-yı kelimetullah ve mesleği de kendi nefsiyle cihâd-ı ekber ve başkalarını da irşaddır. Bu mübarek heyetin yüzde doksan dokuz himmeti siyaset değildir. Siyasetin gayrı olan hüsn-ü ahlâk ve istikamet ve saire gibi makasıd-ı meşruaya masruftur. Zira bu vazifeye müteveccih olan cemiyetler pek az, kıymet ve ehemmiyeti ise pek çoktur. Ancak yüzde biri, siyasiyyûnu irşad tarîkiyle siyasete taallûk edecektir. Kılınçları, berâhin-i kat'iyedir. Meşrepleri de muhabbet olduğu gibi beyne'l-mü'minîn uhuvvet çekirdeğinde mündemiç olan muhabbete şecere-i tûba gibi neşvünemâ vermektir.” (ESDE, Makâlât, s.70-71.)