SİYASET
25.2.2024 10:29

Türkiyede Darbelerin Sebepleri

Mehmet Ali Kaya
Mehmet ALİ KAYA
Türkiyede Darbelerin Sebepleri

Ülkede demokrasinin yerleşmemesi ve demokratik geleneğin oluşmamasının en büyük sebebi hukukçuların, üniversitelerin ve basının yakışık almayan ve asla etik olmayan bu ikiyüzlü tutumudur. Demokrasinin yerleştiği ve gelenek halinle geldiği ülkelerde de bunun en önemli müsebbibi yine bu üç temel kurumdur.

Bu vatanı CHP kurtarmış ve Devrimleri CHP yapmıştır. Türk milletini medenileştiren CHP’dir. Bundan geriye dönüş mümkün olmaz ve olmayacaktır.” Darbelerin altında yatan temel felsefe budur.

CHP bürokrasiye dayanır ve güvenir. Bundan dolayı CHP iktidarı 1923–1950 yılları boyunca kendi müesseselerini kurdu ve kendi bürokratlarını yetiştirdi. DP iktidarı zamanında da bürokratları sayesinde iktidar olmaya devam etti. En önemlisi “Anayasa”dır. Bunun için Anayasayı kimse değiştiremez ancak Ordu ihtilali yapar ve Kemalist-CHP zihniyetine sahip hukukçular “Anayasa” yaparlar. İhtilalin Kurucu Meclisleri buna göre teşkil edilir.

CHP’nin kurduğu üç temel müessese vardır: “Ordu, Meclis ve Diyanet.” CHP Diyaneti devlete bağlayarak, orduya özel statü vererek, meclisi de kurduğu meclis üstü müesseseler yoluyla kontrol altında tutmaya devam etti.

Devletçi zihniyet kendisini bu kurumlar ve yetiştirdiği bürokratları ile muhafaza etmekteydi. 1950 “Beyaz İhtilal” ile DP iktidara gelerek meclisi ele geçirince CHP yetiştirdiği bürokratları ile daha güçlü bir sosyal baskı gurubu kurmayı denemiş ve bunlarla hükümeti kontrol altında tutmuş, kendisine bağlı ordu ile 1960 darbesini yapmıştır.

1960 Darbesi askeri ve sivil ittifak sonucudur. Yani “Ordu CHP el ele” sloganı altında yatan zihniyet. Yoksa milletin ordusu, milletin seçimle iktidara getirdiği hükümete darbe yapar mı? Anayasa ve yasaları uygulamakla yükümlü olan bürokrasi işe anayasa, kanun ve müesseseler açısından yaklaşmıştır. İhtilalden sonra yapılan 1960 Anayasa’sı meclis üzerinde “Senatörlük” müessesini getirmekle kalmamış “Tabii ve Temelli Senatör” gibi bir uygulamayı da getirmiştir. Ayrıca “Anayasa Mahkemesi” ve “Milli Güvenlik Kurulu” gibi iki müessese kurmuştur. Üniversitenin ve TRT’nin özerkliği gibi özerk kuruluşlar oluşturarak bundan sonra da işleri ellerinde tutmaya devam etmiş, hatta daha da pekiştirmişlerdir. İsmet İNÖNÜ bunun için “Davul DP’nin boynunda olacak ama çomak bizim elimizde olmalı” demiştir. Bunun en sağlam ayağı da “Askerler görüşlerini ve tavsiyelerini hükümete ulaştırmak ve siyasete karışmalarını önlemek bahanesi ile “Milli Birlik Komitesinin” devamı mahiyetinde her ay Cumhurbaşkanı ile toplantı yapacak olan “Milli Güvenlik Kurulu”nun kurulmasıdır.

12 Mart Muhtırası DP’nin devamı olan AP’nin ve onun lideri S. Demirel’in siyasi hayattan silinmesi ve Demokratların bölünerek oyların dağılması için yapılan bir müdahaledir. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde olması da anlamlıdır. O günkü şartları iyi bilenler bunu daha iyi anlayacaklardır. Bunun en bariz örneği o zaman Antalya’nın Serik ilçesinde kaymakam olarak görev yapan İlhan Sözgen’in hatıralarında mevcuttur. Serik DP ve AP’nin çok güçlü olduğu bir ilçedir. 12 Mart 1971 sonrası Mayıs ayı içinde ilçeye Jandarma Tümgeneral H. İ. gelir. Kaymakam’a yemek esnasında ilçenin siyasi yapısını sorar. AP’nin güçlü olduğu cevabını alınca “Önemli değil, bundan sonra AP asla güçlü olarak gelemez. Çünkü biz sağı böleceğiz. Bir daha Türkiye’de sağ asla tek başına iktidar olamayacaktır” der. (Emin Pazarcı, Akşam Gazetesi, 3 Mart 1998.) Gerçekten de olamaz. 1979 yılında AP tekrar güçlenerek çıkınca seçime müsaade etmeyerek 12 Eylül 1980 tarihinde yeni bir ihtilal daha yapıldı.

Demokrasiye geçerken hem anayasal olarak hem de siyasi olarak DP, AP ve devamının bir daha güçlü olmaması için gereken her şey yapıldı. 12 Eylül İhtilal partileri olan ANAP, HP ve MDP dışında partileri seçime sokmadı. Yeni bir siyasi oluşum olsun istediler. Hatta ANAP ve MDP gibi iki sağ bir de sol HP’yi kurdurarak siyaseti daima kontrol altında tutmayı amaçladılar. Sonra da ihtilalin lideri Kenan Evren Erdal İnönü’nün “Neden SODEP’in seçime girmesine müsaade etmediniz” sorusuna “Biz sağda iki parti kurdurarak sağı bölmek ve solda da bir partiye müsaade ederek solun bölünmesini önlemek istedik” şeklinde cevap vermiştir. (Fikret Bila, Milliyet, 3 Haziran 1998.)

1960–1980 dönemi halk ile bürokrasi mücadelesi dönemidir. Bu bürokrasi 1977 yılında 213 sandalye ile CHP’yi birinci parti yaptı. Ecevit de yaptığı pazarlıklar sonucu AP’den 11 milletvekili transfer etti ve onlara bakanlık vererek iktidara geldi. 1978 Ecevit iktidarı dönemi en karmaşık ve başarısız dönemdir. Anarşi ve terörden 1977 yılında 157 kişi öldürülmüşken 1978 yılında bu sayı 625’e çıkmıştır. İktidar ancak “Bunlar anarşinin son çırpınışlarıdır” nutukları atmaktaydı. Öte yanda ekonomi %70–80 enflasyon ile tanıştı. Kalkınma hızı sıfırın altına düştü. Türk parası itibar kaybetti ve döviz fırladı.

14 Ekim 1979 yılında yapılan kısmî Senato ve boş olan 5 milletvekili seçimlerinde AP beş milletvekilinin beşini de aldı, senato da ise ilk olarak çoğunluğu yakaladı. Oyların % 52’sini aldığı için Ecevit istifa etti. Demirel AP azınlık hükümetini kurdu. Enflasyonu kontrol altına aldı, yoklukları ve kuyrukları kaldırdı. Durum düzelince Senato’da çoğunluğu ele geçirilmesi ve dönemin Genel Kurmay Genel Sekreteri Haydar SALTIK’ın ifadesi ile “AP yeni bir seçimde Anayasa’yı değiştirecek sayıya ulaştığı” için devrimlerin tehlikeye girmesi üzerine, Anarşi ve Cumhurbaşkanlığı seçimi bahane edilerek 12 Eylül 1980 ihtilali yapıldı.

Bu darbe de Ordu-Bürokrat ittifakının sonucudur.

12 Eylül darbesi bürokrat yetiştiren Üniversiteleri kontrol altına almak amacı ile YÖK namında bir müessese kurmuştur. Amacı bürokrat yetiştiren üniversiteleri kontrol altına almak ve kendi zihniyeti dışında insan yetişmemesini sağlamaktır.

12 Eylül ihtilali tamamen iktidara göz diken Ordu-Kemalist zihniyetin iktidar hırsından başka bir şey değildir. Bahane üretmek gerekiyordu. Anarşi ve Enflasyon bahane edilmiştir. Bu bahaneyi kullanmak için de Anarşiye seyirci kalınmıştır. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel vazifesinin gereğini yapmış ve “Sıkıyönetim” ilan ederek anarşiden şikâyet eden komutanlara vazifelerinin gereğini ve “dâhilde asayişe temin etme” görevini yapmalarını emretmiştir. Sıkıyönetim görevini yapmamıştır. 12 Eylül’de durdurduğu anarşiyi aynı şartlarda meşru hükümetin emrinde yapmamıştır. Hatta 2. Ordu komutanı Bedrettin Demirel’in itirafı ile “İhtilal olgunlaşsın diye bir sene beklenilmiştir.” (Milliyet, 5 Temmuz 1987.) TC’nin asayişi korumak için kurduğu Başbakanın emrinde ikinci bir ordusu yoktu. Peki, anarşi bahanesi ile ihtilal yapan ve Anayasayı değiştirenler anarşi için bir tedbir almışlar mıdır? Hayır! Nitekim “5000 genç öldürüldü” diyerek ihtilal yapanlar daha sonra anarşi için hiçbir tedbir almayarak 30.000 asker ve vatan evladının ölümüne sebep olacak PKK ve Hizbullah terörünün zeminini hazırlamışlardır.

12 Eylül’ün diğer bir bahanesi “Ekonomik Bunalım ve Enflasyon” idi. Hâlbuki 12 Ocak 1980 Kararları ile Enflasyon kontrol altına alınmış %30’a indirilmiş ve “Yokluklar, kuyruklar ve kıtlıklar” ortadan kalkmıştı. İhtilalden sonra bu konuda hiçbir tedbir alınmadığı için Enflasyon 1984’de %52, 1985’de %40, 1986’da %35, 1987’de %60, 1988’de %87,5 olmuş ve 20 sene bu milleti yüksek enflasyon ve ekonomik sıkıntıya mahkûm etmiştir. Sayın Turgut Özal da “Enflasyon zammı, zam ise hesapsız ekonomiyi getirir. Öncelikli hedefimiz enflasyonu yenmektir” dediği halde bunu asla başaramamıştır.

12 Eylül 1980 ihtilalinin en büyük zulüm ve haksızlığı ise İhtilal Hükümeti olan Bülent ULUSU hükümetinin Bakanlar Kurulu’nun çıkartmış olduğu “Başörtüsünü yasaklayan” “Kılık Kıyafet Yönetmenliği”dir. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak Turgut Özal’ın da imzaladığı iki ayrı yönetmenlikten birincisi 7 Aralık 1981 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Millî Eğitim Bakanlığı ve Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullarda Görevli Personel ve Öğrenci Kılık ve Kıyafetlerini Düzenleyen Yönetmenlik”, diğeri ise 25 Ekim 1982 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafet Yönetmenliği”dir. 28 Şubat 1997 Postmodern darbesi bu yönetmenliklerin uygulanmasını sağlayarak çok büyük haksızlıklara ve mağduriyetlere sebep olmuştur. Yüz binlerce üniversite öğrencilerinin zorla başları açılmış ve on binlerce memur ve üniversite öğrencisi okulundan ve işinden olmuştur. Hanımlarının başları örtülü diyerek yüzlerce subay astsubay ordudan atılmıştır.

Türkiye’de her ihtilal ve muhtıranın sahneye sürdüğü partiler vardır. Amaç siyaseti düzenlemek ve “Toplum Mühendisliği” yani toplumu yönlendirme olunca böyle olması gerekirdi ve olmuştur. 1960 ihtilalinden sonra daha önce DP’yi bölmek amacı ile kurulan ve kurucuları arsında Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı’nın olduğu Millet Partisi (MP)’nin devamı olan ve liderliğini yine Osman Bölükbaşı’nın yaptığı Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’dir. Bu parti daha sonra Milli Birlik Komitesinden ayrılan Alparslan Türkeş ve ekibi tarafından ele geçirilmiş ve 1965 Adana Kongresinde aldığı karar ile Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olmuş ve AP tabanındaki milliyetçi oylara gözünü dikerek onları ayırmış ve AP’yi bölmüştür. Bugün de aynı felsefe ile devam etmektedir.

1971 muhtırasından sonra ise Prof. Necmettin Erbakan’ın kurduğu “Siyasal İslamı” temsil eden Milli Nizam Partisi (MNP) önce ihtilalciler tarafından kapatılmış ama DP-AP oylarını bölmek için ihtiyaç görülerek Muhsin Batur ve muhtıracılar tarafından İsviçre’den ikna edilerek getirilen Prof. Dr. Necmettin Erbakan’a Milli Selamet Partisi (MSP) kurdurulmuştur. Kendilerine siyasi garantiler verilirken partinin yayın organı olacak “Millî Gazete”yi kurması için de mali destek sağlanmıştır. Ayrıca CHP ile mücadele etmemesi istenmiş ve kendisine hedef olarak AP ve DP gösterilmiştir. O parti de görevini tam olarak yapmış ve bu istikamette hala daha devam etmektedir.

1980 ihtilali sonrası tüm siyasi partiler kapatılarak siyasi sahaya yeni partiler sürülmüştür. Bu ihtilalin en önemli partisi ANAP olmuş ve bir ihtilal partisi olarak kendisine verilen rolü çok güzel oynamıştır.

28 Şubat 1997 Postmodern darbesi yine DYP’ye başbakanlık vermemek için yapılmıştır. İhtilal ürünü olan ANAP iktidara getirilmiştir. Bu örtülü darbe için ise irticayı körüklediği iddia edilen Refah Partisi Genel başkanı ve koalisyonun Başbakanı Prof. Dr. Necmettin Erbakan bahane edilecekti. Bu harekât 1980 ihtilali gibi planlanmıştı, ancak kurt politikacı Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı idi. Süleyman Demirel 12 Mart 1971 muhtırası ve 12 Eylül 1980 ihtilalini bizzat kendisine yapıldığı ve ülkeye çok zarar verdiği için çok iyi biliyordu. Askerleri ikna etti ve doğrudan askeri müdahaleyi önledi. Bunun için 28 Şubat Anayasal çerçevede kaldı. İlk kez mevcut parlamenter ve siyasal sistem içerisinde bir değişim sağlandı. Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’yı ikili görüşmelerde ikna ederek parlamento içinde değişimi sağladı ve ülkeyi salimen yeni bir seçime götürdü. DYP içinde Yalım Erez ve Yıldırım Aktuna gibi isimlerle temasa geçerek önce 18 Haziran 1977 tarihinde Erbakan ile Tansu Çiller’in bir ittifak zaptı imzalamasının ardından Erbakan’ın istifasını aldı. Zapta göre Çiller’in Başbakan olması ile koalisyonun devamı şartı vardı. Ancak yetki Cumhurbaşkanı Demirel’in eline geçince hükümeti kurma görevini beklenenin aksine 20 Haziran 1977 tarihinde ANAP Genel başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. Böylece Demirel askerlerin fiili darbesini “Bu işi parlamenter sistem içinde çözeriz” diyerek önlemişti ve öyle de yapmıştı. Demirel tecrübesine dayanarak siyasi ince hesaplarla, hissi davranmayarak devlet başkanlığı sorumluluğu ile darbeyi önlemişti.

Darbeciler Demirel’in bu manevrası ile emellerine ulaşamayınca “Orgeneral Çevik Bir liderliğinde ve 4.Zırhlı Tümen Komutanı Tümgeneral Erol Özkasnak’ın koordinatörlüğündeki Amerikan yanlısı cunta, MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay ve Yekta Güngör Özden gibi Mason “Atatürkçüler” ile birlikte 21 Aralık 1998 tarihinde darbe planladılar.” (Adnan AKFIRAT, Aydınlık, 11. 11. 2001.) Her şey planlanmıştı. Bunun için Genelkurmay 2. Başkanı olan Org. Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanı olması hesaplanıyordu. Bunun için de Pentagon’un desteğini umuyorlardı. Ancak hesapları tutmadı. Orgeneral Karadayı ile Cumhurbaşkanı 1977 Askeri Şurasında Ordu içinde olağan terfi sistemine bağlı kalarak Çevik Bir’in Genelkurmay Başkanlığı planını etkisiz bıraktı. 1999 Askeri Şurasında ise Çevik Bir ve ekibini Genelkurmay ve Cumhurbaşkanı Demirel emekliye ayırdı ve bir kısmını da pasif görevlere kaydırdı. Geri kalanlar da 2000 Ağustos’unda emekliye ayrıldı. Böylece ABD ve İsrail ile çok sıkı bağları olan Çevik Bir cuntası tasfiye edilmiş oldu.

28 Şubat sonrası ise konjonktür gereği milletin kendisine rağbet edebileceği görülen Tayyib Erdoğan parlatılıp öne sürülerek 28 Şubat’ın devamını sağlamak amacı ile AKP kurdurulmuş ve kendisine yeni bir rol biçilmiştir. Oda bu rolünü güzelce oynamaya devam etmektedir. Bütün bunlar senaryo değil birer vakıadır. Her şey demokratik ama “bize has” demokratik bir şekilde cereyan etmektedir.

28 Şubat Asker, Bürokrat ve Anayasal Kuruluşlar ile YÖK’ün idare ettiği Üniversitelerin ortak hareketinin eseridir. 28 Şubat’ın en büyük mağdurları Meslek Liseleri, bilhassa İmam-Hatip Lisesi öğrencileri ve dini hayatı referans alan, hiçbir anarşi ve teröre karışmamış devletine bağlı ve millete hizmeti hayatının gayesi bilen mazlum Müslümanlar olmuştur. Zulme ve haksızlığa maruz kalanların sayısı ise milyonlardır. Ancak vatanperverliklerinden, dâhilde anarşi ve kargaşa istemedikleri için sesleri çıkmamıştır.

İhtilaller her ülkede olduğu gibi ülkemizde de pek çok hukuk ihlallerine ve haksızlıklara sebep olmaktadır. Teşkilatlanmış siyasi partilerin kapatılması ve kadrolarının dağıtılmasına, ülkenin yetişmiş tecrübeli bürokrat ve siyasilerinden mahrum olmasına da sebep olmaktadır. Bunun için ihtilallere en başta hukukçuların karşı çıkması, baroların tepki göstermesi gerekir. İkinci olarak da halkın aydınları ve ilim adamları ve bunların yetiştiği ilim ve irfan müesseseleri olan Üniversitelerin karşı çıkması ve tepki göstermesi gerekir. Bunun dışında halkı aydınlatmakla görevli olan Basın ve Yayın kurumlarının ihtilallere karşı çıkması gerekir. Ancak ülkemizde bunun tersi olmaktadır. İhtilali isteyen ve destekleyen hukukçular, barolar; ihtilalcilere akıl veren üniversite hocaları, halka siyasileri kötüleyen ve ihtilalcileri şirin göstermeye çalışan basın olmaktadır.

Ne gariptir ki halka doğru bilgi vermek, hak ve hukuku savunmak amacı ile yayın hayatına giren basın, devamlı olarak ihtilallere zemin hazırlamış ve destek vermiş, sonra da siyasileri yeri gelince “şapkayı alıp gitmek ve ihtilalcilere karşı çıkmamak” ile suçlamıştır. Sanki demokrasi sadece kendilerine ihtilal yapılan siyasilere lazım olan, ama kendilerine ve ülkeye gerekmeyen bir sistem.

Sonuç olarak ülkede demokrasinin yerleşmemesi ve demokratik geleneğin oluşmamasının en büyük sebebi hukukçuların, üniversitelerin ve basının yakışık almayan ve asla etik olmayan bu ikiyüzlü tutumudur. Demokrasinin yerleştiği ve gelenek halinle geldiği ülkelerde de bunun en önemli müsebbibi yine bu üç temel kurumdur. Süleyman Demirel’in dediği gibi “Demokrasi yalnız bana mı lazım?” yani, “Neden basın, üniversite, hukukçular ve siyasi partiler hürriyet ve demokrasi mücadelesi vermiyorlar?” demiştir.

15 Temmuz 2016 kalkışması ise tarihimizdeki 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) kalkışmaya benzemektedir. FETÖ kullanılarak tezgahlanmış olup mahiyeti hakkında tarihçilerin araştırması sonucu doğru bilgilere ulaşmamız mümkün olacaktır.

Youtube Kanalıma Abone Olun!

Düzenli olarak paylaştığımız videoları kaçırmayın.

Abone Ol